Şair Mehmet Ragıp Karcı, geçtiğimiz Çarşamba günü rahmet-i rahmana kavuştu; mekanı cennet olsun. Ailesinin, sevenlerinin ve edebi camiamızın başı sağolsun.

Kültür ortamında daha çok şair olarak bilindiği için ben de şairliğini önceledim ancak Karcı hikayeler, anlatılar, eleştiriler yazmış; sazın hakkını da vermiş bir türkü sevdalısıydı.

Karcı’yla tanışmama sevgili dostum Yusuf Ziya Cömert mi yoksa merhum Ramazan Dikmen mi vesile olmuştu tam hatırlamıyorum ama, Yüksel Caddesi’ndeki, -söz söyleme hakkının daha çok onda olduğu- ilk sohbetimizi çok iyi hatırlıyorum; şiir, türkü ve mahalle eleştirilerinin iç-içe geçtiği bir sohbet olmuştu. Sonra Kayıtlar dergisi vesilesiyle daha sık görüşmeye başlamıştık. Hece’nin ilk sayılarında da yer aldığını hatırlıyorum ama, -her nedense- yazı bağı kısa sürmüştü.

Yazımı, biraz daha bu minval üzere sürdürürsem, merhum Karcı’yı değil, kendimi anlatacağım aşikardır. Zira, hemen her işte olduğu gibi, bu tür yazılarda da nefis özü ve işlevi gereği hemen öne çıkıverir. Zira nefis, illa kendi hatıralarıyla kendini hatırla(t)mak ister; öyle ki, başkalarının hatırlarını da salt kendi hatırlalarını teyit etmek bakımından talep eder.

Bu nedenle Karcı’nın şahsiyeti, meslekleri, ilgileri ve ilişkileri bakımından okurumu, D. Mehmet Doğan ağabeyin onunla ilgili dünkü yazısına ve yazacaklarını umduğum arkadaşların muhtemel yazılarına yönlendirerek, onun mahalleye olan ve bitmeyen kırgınlığına dair kısa bir tespitimi iletip, asıl Divan edebiyatına mahusus sevgisinden bir tanıklığım vesilesiyle bahsetmek istiyorum.

Karcı, edebiyatın Ankara kanonu tarafından, kendisinin değil, başka birisinin önplana çıkarılmasına karar verilmesi nedeniyle dışlandığına hükmetmiş ve bunun zamanla hükmettiği şekilde tahakkuk etmesiyle, edebiyat çevresine karşı buradan başlayan kırgınlığı kaybolmamış bilakis kökleşmişti. An itibariyle o şairin ismini vermemin bir gereği yoktur, zira o, yaklaşık otuz sene önce rahmetli olmuş, mezkur kanonu oluşturan isimlerin yaşayanları ise artık ahirete merdiven dayamışlardır.

Karcı’nın Divan edebiyatına olan sevgisine gelince...

Bundan yaklaşık beş sene önceydi, bir gün telefonla arayıp, Yûsuf-ı Sîne-çâk’ın mesnevisini kendisi için bulmamı istedi. Sanırım bir süre sahaflık yapmış olmam nedeniyle, ancak benim bulabileceğimi düşünmüş olmalıydı ama ben bu zatın adını ilk defa ondan duyuyordum. O, birçok konuda olduğu gibi, edebi isimlerin keşfinde ve hıfzında benden fersah fersah öndeydi. Zatın ismini kaydettim ve onun sayesine depreşen merakımla, mesnevisinin peşine düştüm.

Bursalı Mehmet Tahir’in Osmanlı Müellifleri’nde, tam adıyla Sîneçâk Yûsuf Sinâeddîn-i Mevlevî (v. 1534-35) olarak zikredilen bu zat, Vardar Yenicesi’nden, ilk feyzini İbrâhim-i Gülşenî’den almış, “Kuberâ ve urefâ-yı Mevleviyye”den bir zattı. Arap illerini dolaştıktan sonra, önce Edirne Mevlevi Dergâhı’nda, ardından İstanbul Sütlüce’de irşad ile meşgul olmuş ve ardında üç eser bırakmıştı: Cezîre-i Mesnevî, Müntehabât-ı Rebâbnâme ve Nezîre-i Muhammediyye.

Karcı’nın benden bulmamı istediği ilk eseriydi ama Bursalı, bu mesnevinin Derviş İlmî tarafından şerhedildiği bilgisinden başka bir bilgi vermiyordu.

Daha birkaç yerden elde ettiğim bilgileri hazretin, şair Hayretî (v. 1534) ile kardeş oldukları bilgisiyle beraber Âşık Çelebi’nin Meşâ’irü’ş-Şu’arâ’sından pekiştirip, mezkur mesnevinin peşine düştüm. Nihayet, onun Şeyh Gâlib tarafından “Şerh-i Cezire-i Mesnevî” adıyla yapılmış şerhinin, Turgut Karabey, Mehmet Vanlıoğlu ve Mehmet Atalay üçlüsünce Latinize edilmiş nüshasına eriştim ve Karcı’nın neden Yûsuf-ı Sîne-çâk’ın izini sürdüğünü yakinen anlamış oldum.

Zira Şeyh Gâlib, şerhinin ilk sayfasında kendinden bir beyti paylaşarak, hani şu Divan edebiyatı özelinde, “oradaki sevgili, şarap vs. mecazdır, esas değildir” şeklindeki tartışmalarda üretilen olumsuz yargıları yer ile yeksan etmekle kalmıyor, kendisinin ve eserini şerhettiği zatın manevi iklimini de canlı bir tablo halinde önüme koyuyordu.

O beyit şudur:

Yâd eylemez olduk haber-i Yusuf-ı Mısr’ı

Südlüce’de bir mâh ile şîr ü şekeriz biz

Şeyh Galib’in, Sütlüce’den kastı, burada medfun olan Yûsuf-ı Sîne-çâk’tır ve bir mâh olarak onunla şîr ü şeker oluşu da, onun eserini şerhe başlamasının verdiği zevktir.

İlk tespitimle anladım ki, Karcı, Şeyh Gâlib’in beslendiği ve beslediği bir dil ırmağında yüzen biri olarak, Yûsuf-ı Sîne-çâk’ın feyz, irşad ve mana dünyasını keşfetmek istiyordu ve kendisinden başka buna talip olan hiç kimse yoktu.