Değerli okuyucularım;

İslâm tarihinde bırakınız devleti ele geçirmek veya dine zarar vermek, tam aksine devlet idaresinde ve(ya) tarikatlarda görülen dinî/ahlâkî sapmalara karşı ıslah edici bir yaklaşım göstermek gayesiyle sivil alanda ortaya çıkan alternatif görüş ve iyi niyete dayanan tasavvuf merkezli sosyal hareketler de ortaya çıkmıştır. Ne var ki her alanda olduğu gibi daha sonra kısmen de olsa bazen cehaletten dolayı içeriden, bazen ise kasıtlı olarak dışarıdan istismara uğramaları sebebiyle bu gibi temiz oluşumlar, devlet nezdinde sakıncalı/tehlikeli örgütlere dönüşmüştür. Bunların başında kanaatimce Melâmîlik de gelmektedir.

Bir tarihçimiz, tarihî süreç içindeki oluşum/gelişim safhalarını dikkate almadan her ne kadar melâmîliği tahrif hareketleri içinde yer vermiş ise de [1] biz bu yazımızda melâmîliğin özüne bakarak, bunun sosyal hayatta İslâm ahlâkını ihya etmeye ve yaratılış hikmetini farklı bir anlayış ile anlatmaya yönelik alternatif bir tasavvufî girişimi olduğunu belirtme ihtiyacı duymaktayız.

Melâmîlik Nedir ve Neden/Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

İhlâs, kalbin Allah’a tam olarak yönelebilmesini ve işlerin sadece Allah rızası için yapılabilmesini sağlayan manevî bir duygudur. İhlâsa herhangi bir riyanın karışması halinde bütün işlerin ve ibadetlerin anlamı kalmayacağından dolayı bazı sûfîler, bu konuda çok hassas davranma ihtiyacı duymuştur. Bunun için duyarlı sûfîler, riya girer endişesiyle ve ihlâsı zedeler korkusuyla farz ibadetlerinin dışındaki nafile ibadetlerini ve diğer amellerini genelde halktan gizlemiştir.

Şeyh Ebu Bekir Verrak Tirmizi’ye göre nasıl ki yöneticilerin bozulması, adaletten uzaklaşıp zulüm işlemeleri ile oluyorsa sûfîlerin bozulması da riyaya sapmaları ile meydana gelmektedir. Onun için riya, sûfîlerin gönül dünyalarını tehdit eden en büyük manevî tehlikedir.[2] Bu bağlamda tarikatların kurumsallaşmasıyla birlikte sûfîliğin saf özelliklerine ve özüne zarar gelebilir düşüncesiyle bazı duyarlı sûfîler, haklı olarak tekkelerden ve hiyerarşik yapılardan uzaklaşarak, melâmîlik (melâmet) yolunu tercih etmiştir.

Arapça kınamak/ayıplamak (levm), azarlamak, serzenişte bulunmak, korkmak anlamlarına gelen melâmet, sûfîlere nefsi itham ederek, onun ayıplarıyla meşgul olmayı, kendine herkesten aşağı, herkesi kendinden üstün görmeyi, tekkeye kapanıp halktan ayrılmamayı, giyim kuşamla manevî ve sosyal statülere önem vermemelerini, gösterişe kaçmamalarını, her yerde sıradan bir insan olarak görünmeyi, başkalarına muhtaç olmaksızın ve dilenmeksizin kendi kazancıyla geçinmeyi öğütlemektedir.

İlk dönem sûfîlerden Ebu Hafs Ömer bin Mesleme el Haddad melâmîliği, “Hak Teâlâ ile beraber olmak için sırrını gizlemek, yakınlık ve kulluk adına kendini (nefsini) kınamak, halka yalnız kusur ve kabahatlerini gösterip iyiliklerini gizlemek” olarak tarif etmiştir.[3] Bu tanım, aslında Kur’ân’da “levm” kelimesinin geçtiği aşağıdaki âyete dayanır:

“Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir topluluk getirecektir ki, O, onları sever, onlar da O’nu sever. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidir. Allah yolunda (nefisleriyle) cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınanmasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına/eleştirisine aldırmazlar/umursamazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur. Allah’ın lütfu geniştir. O, her şeyi en iyi bilendir.” (Maide: 54).

İşte melâmîlerin en büyük özelliği, hakikate ters düştüğünü fark edip kusurlarından dolayı mahşerde hesaba çekilmeden önce kendilerini sürekli olarak kınamalarıdır. Korkmadan halktan/devletten gelebilecek her türlü eleştiriyi de göze alan ve dolayısıyla melâmîlik düşüncesini bu gerçek anlamıyla savunan ve yaşayan sûfîler, tevekkül, nefsi kınama, riyadan kaçınma, buna bağlı olarak bütün uhrevî ve dünyevî işlerde gizlilik gibi hususiyetlere azamî derecede riayet etmiştir. Melâmî ruhlu sûfîler, insanlara güzel yanlarını göstermemeye, sûfî hırkası giymemeye, ârif bir sûfî edasıyla dolaşmamaya, şöhrete sebebiyet verebilecek her türlü tutum ve davranıştan uzak kalmaya azami derecede özen göstermiştir.

Buna bir örnek olsun diye Yunus Emre gösterilebilir. Başı açık, yalın ayak, üst baş perişan bir durumda bir mürşit bulma ümidiyle Anadolu’yu diyar diyar gezen Yunus Emre, bir tekkeye adım attığında, şeyhin müritleri, kendisine kurumsallaşmış geleneksel tarikatın ilkelerine hatırlatarak, “Hani senin sırtında hırkan, başında tacın. Böyle dervişlik olmaz” diye çıkışmış. Bunun üzerine Yunus Emre, onlara gerçek sûfîliğin nasıl olması gerektiğini şu şekilde anlatmıştır: “Dervişlik dedikleri hırkayla tac değil; Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.”[4]

Melâmîler, sıradan insanlar gibi yaşamış, halkın kendilerini hor ve hakir görmeleri karşısında susmayı tercih etmiştir. Hatta öyle ki kendilerini bela, zulüm ve zillet içinde bulundukları zamanlarda bile bunu nefis terbiyesi için bir fırsat olarak görmüş ve bundan manevî haz bile almıştır.[5] Bu durumun örneğini İbrahim bin Ethem’in sosyal hayatında görmek mümkündür. Kendisine “Nefisinin muradına nail olduğun ve seni neşelendiren bir olayla karşılaştın mı?” diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: “Bir kere bir gemiye binmiştim. Oradakilerden kimse beni tanımıyordu. Üzerimde eski bir elbise vardı. Saçlarım da uzamıştı. Gemideki yolcuların benimle alay etmeye ve dalga geçmeye müsait bir hâlde idim. Gemide yolcuların yanında maskaralık yapan (belki de bir akıl hastası veya zihinsel engelli) bir kişi vardı. Bu kişi sürekli olarak bana gelir, saçlarımı çeker, sakalımı yolar, enseme bir sille şaplatır ve dalga geçmek için beni hafife alırdı. İşte o an nefsimi muradına nail olmuş bir hâlde bulur, nefsimin zillet içinde olmasına sevinirdim.”[6]

Bu ahlâkî meziyetlere sahip olan melâmîler, nasıl oldu da Osmanlı Devleti’nde tehlikeli/sapkın bir dinî akım olarak görülebildi? Gelecek yazımda inşallah buna cevap vereceğim.

[1] Kadir Mısıroğlu; Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri (I); Sebil Yayınevi; 6. Baskı; 2010; s. 317-323.

[2] Molla Camî; Evliya Menkıbeleri; (Nefahat’ül Üns Min Hadarat’il Kudüs); (Sadeleştiren: Abdulkadir Akçiçek); Huzur Yayınevi; İstanbul; 2011; s. 315.

[3] Ocak, Ahmet Yaşar; Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfilik: Kalenderiler; TTK Yayınları; Ankara; 1999; s. 113.

[4] Anadol, Cemal; Gönüller Sultanı Yunus Emre; Kamer Yayınları; İstanbul; 1993; s. 59.

[5] Özköse, Kadir; “Nefsi Kınama Geleneği Olarak Melâmet”; Somuncu Baba Dergisi; Yıl 19; Sayı 150; Nisan 2013; s. 27-28.

[6] Attâr, Feridüddîn; Evliya Tezkireleri; (Terc.: Süleyman Uludağ); Kabalcı Yayınevi; İstanbul; 2007; ss. 137-138.