İnsanlık tarihi boyunca tartışmaları, kavgaları ve savaşları tetikleyen en önemli sebep olarak kimin idare eden, kimlerin edilen olduğunu tayin etme meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Dindar ya da seküler hemen herkesin, devletin gerekliliği ve önemi hakkında hemfikir olduğu da ayrı bir gerçek olarak tarihe yazılmıştır.

Kendi yaşam tarzını güvende tutmak ve dahası yaymak, hakim kılmak gibi hedeflere ulaşmak için de devlet gücü hep gerekli görülmüştür.

Geçmişin değişik dönemlerinde adalet ve merhametle idare edilen devletlerde, farklı hayat tarzlarının emniyet içinde yaşayabildikleri de olmuştur. Bunların İslami modelleri, yakın devirlere kadar uygulanmış ve hepimizin az-çok bildiği; çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü toplumlar kurulmuş, insanlar dilleri, dinleri ve nesilleri konusunda bir endişe taşımadan hayat sürmüş hatta milletler varlıklarını muhafaza edip bugünlere kadar gelebilmişlerdir.

Yüzyıllar boyu Osmanlı hakimiyeti altında kaldıkları halde, her yönüyle kültürlerini koruyabilen Balkan halkları bunun en kolay bilinen şahitleridir. Yunan ya da Sırp veya Bulgar gibi çok duyduğumuz ve gerek dinleri gerekse dilleri bakımından bizden farklı bu milletler, -ister kabul etsinler ister reddetsinler- İslam medeniyetinin sağladığı özgürlüklerin gölgesinde varlıklarını bugünlere taşımışlardır.

Bugünün medeni(!) batısının atalarının bizimle ilk mücadelelerinin, 11. Yüzyıl sonunda ele geçirdikleri Kudüs’te tek bir Müslüman ve Yahudi sağ kalmayıncaya kadar katliam yapmakla başlatabileceğimiz anlayışları, son birkaç yüz yıldır dünyanın hemen her yerinde devam eden soykırımlarla sürmüştür.

Çok fazla tarihe dalmaya gerek kalmaksızın, biz yaşarken yapılan nesillerin soykırımları ve kültürlerin imha hareketleri ile dünyaya nizam vermeye çalışan, bu vampir ve asalak batı canavarının insanlığa sunduğu en korkunç şey; devletlerin kutsiyeti ve insanların tanrılara kurban edilmesinin sıradanlaşması oldu.

İslam kültüründe devlet ya da güç, mukaddes olan ve insana ait değerler diyebileceğimiz her şeyi koruma altına almak olarak anlaşılır. Yani devlet değil korumakla yükümlü oldukları mukaddestir.

Batı, bugünlere gelinceye kadar kendi devletlerinin gücünü ve kutsallığını korumak uğruna; hem nesillerini feda etmekten çekinmemiş, hem de dünyanın neresine eli uzanabiliyorsa oraların tüm varlıklarını kendisi uğruna harcamaktan, tüketmekten çekinmemiştir.

Neticede gerek batıda gerekse doğuda bugün hakim olan anlayış; devletin kutsallığı üzerine bina edilmiştir. Bu kutsal tanrı devletleri, gerektiğinde kurban istemekte ve elbette istediğini almaktadır. Kurban; halkının canı, malı, nesli ya  da dini olabildiği gibi, aklını da gerektiğinde devletine kurban etmesi istenmektedir.

Dünyanın son 40 yılında, bizzat yaşayarak gördüğümüz olaylar bunu anlatıyor. Devletler özelinde örneklendirecek olursak; Türkiye’de 28 şubat mağdurları diyebileceğimiz insanların o dönemde devletin istediği kurbanlar oldukları ve adeta bu sebepten geri alınamadıklarını söyleyebiliriz. Tepeden halka, hemen herkesin eleştirdiği o günün yargısının uygulamalarının iptal edilememesinin başka bir izahını bilmiyorum.

İran’da bunu 1979 devriminden sonra yaşananlarda çok rahat görebiliyoruz. Devrim esnasında ve sonrasında halkının canları ve kanları ile kurulan düzeni muhafaza edebilmek uğruna, gerektiğinde savaşı, gerektiğinde dini kullanan bir rejim anlayışı halen Ortadoğu’nun bir çok bölgesinde kendine kurbanlar aramakta ve kolayca bulmaktadır. Mukaddes devlet uğruna can vermeye halkını ikna etmesi çokta zor olmadığından, fakru zaruret içindeki halkın en ufak kıpırdanışını kanla bastırmak ve idam sehpalarını meydanlara kurmak yoluyla da ikna metotlarını genişletebiliyorlar.

Suudilerin krallıkları uğruna, batıya yaranabilmek için halklarının zenginliklerini onlara peşkeş çekmekten gocunmayan devlet anlayışı, gerektiğinde halkının ve onları uyandırma ihtimali olanların canlarını almaktan çekinmemektedir. Son olaylarda görüldü ki; bu bir tür manda devleti, zenginlerini hapsedip mallarından bir bölümünü bağışlamaları karşılığında serbest bırakırken, gerektiğinde sözünü dinlemeyen vatandaşlarını vahşi metotlarla parçalamakta bir mahzur görmemektedir.

Kaddafi’nin Libya’sı ya da Saddam’ın Irak’ı da bunlardan pek farklı değildi elbette…

Mısır’ın firavunu ise devirler değişse de zulümle tahtında kalmaya devam ediyor. Firavun, bir şahsın adı değil bir düzenin temsilcinin adıdır, o düzen de kutsal devlet uğruna halkının kanını içerek beslenen bir krala dayanır. Dün adının Mübarek olmasıyla bugün Sisi olması arasında bir fark yoktur.

Tanrılarına insanlarını kurban eden ilkel kabilelerle bugünün modern devletleri arasında pek bir fark yoktur. Belki ifadeler, şekiller biraz değişti ama o kadar, dahası yok…