Bir önceki yazımda İstanbul Sözleşmesini yazacağımı belirtmiştim, elimde olmayan sebeplerden dolayı bir süredir hazırlamış olduğum yazıyı paylaşamadım ve tabi bu arada ciddi gelişmeler oldu. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Sözleşmesini tartışmaya açtı ve Ak Parti Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş’un “İmzalandığı gibi geri de çekiliriz” açıklaması bu konudan muzdarip olan herkesin yüreğine su serpti desek yeridir.  
Eskilerden kalan tabir-i güzin bir ifade ile belirtmek gerekirse; “Barika yı hakikat müsademe i efkârdan doğar". İster aynı fikirde ister muhalif olsun, bilumum fikir, kanaat ve söylemin sonucunda ortaya güzel bir hakikat çıkar. Zaten dinimiz de bize istişarede hayır vardır demiyor mu?

Son yıllarda bu uygulamayı gözardı etmenin sıkıntısını en çok İstanbul Sözleşmesi'nde yaşadık ve yaşıyoruz.  Bırakın efkâr-ı umumiyenin fikrini, en değerli hukukçularımızın bile enine boyuna incelemediğini düşündüğüm ve imzacıların da hukukî olarak açıklarını daha doğrusu şeytani planı fark etmedikleri ve taraf olduğu bu anlaşmanın bazı maddeleri bugün toplumumuzda önemli sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Nihayet Efkâr-ı umumiyenin sesini yine Sayın Cumhurbaşkanımız duydu.

24 Kasım 2011’de meclisteki dört partinin fire vermeden 246 oyla kabul ettiği ve meclisten 26 dakikada geçirilen sözleşmenin yirmi altı yıl hatta daha da uzun yıllar tartışılacak ve giderilemeyecek sıkıntılara yol açtığı günden güne kesinleşti.  Sözleşmenin 4. Maddesi ile lugatımıza yerleştirilen LGBT tanımı hiç de masum değildir. Gündelik hayatta bize bazı gayri ahlaki durumların normal gösterilme çabası olduğu da aşikâr. Toplumsal cinsiyet teorisine sığınarak pek çok söylem ve eyleme masum birer insan hakkı gibi bakmaya zorlanıyoruz, burada hüsn-ü niyet göremiyorum.

Hukukta adalet, yaptırım, norm, düzen gibi evrensel kavramların olduğu kesin ve bu açıdan okunduğunda çok masum görünen bu metin kadını korumayı amaçlı yapılmış gibi dursa da neden bize AB tarafından dayatıldığının arka planını iyi okumak gerekmektedir. Niçin sürekli sözleşmenin uygulanması için GREVIO gibi uluslararası bir izleme grubuyla denetlenmekteyiz? Bizim kadınlarımız, erkeklerimiz,  ailemiz hâsılı mahremiyetimiz AB’nin birer istatistik rakamı olmaya mecbur mudur?

İlk önce bizim imzaladığımız bu sözleşmeyi daha önce Hırvatistan, Letonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya kabul etmediği gibi Ermenistan parlamentosu ve Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin de kabul etmediğini ve şiddetle karşı çıktığını gördük. Aynı şekilde Rusya ve İngiltere ise çekimser kalmaya devam ediyor. En sert çıkış Macaristan’dan geldi: "Yıkıcı cinsiyet ideolojisini başlatma girişimi!" diyerek 115’e karşı 35 oyla İstanbul Sözleşmesini reddetti. Hristiyan Demokrat Parti (KDNP)'ye göre özetle; Sözleşme, kadınlara yönelik şiddeti durdurmak ve aile içi şiddeti sona erdirmek anlamına geliyor ama birçok da tartışmalı maddesi var. Başta da LGBT’yi destekleyen maddeler! Bu sözleşme ülkelere, “sosyal cinsiyet” diye bir  tanımı ve onunla birlikte “yıkıcı cinsiyet teorisinin uygulanmasını” dayatıyor. Trans bireyleri tanımaya zorluyor. Bu sözleşme aynı zamanda da ülkeleri cinsiyete dayalı sığınma vermeye zorluyor.  KDNP Partisi sözcüsü aynen şöyle söylüyor: "Ülkemizi, kültürümüzü, yasalarımızı, geleneklerimizi ve milli değerlerimizi, nüfusun çoğunluğunun inançlarına aykırı olan “toplumsal cinsiyet teorisine” ve sınırsız bir “cinsiyet tercihine dayalı göç” dayatmasına karşı korumalıyız”. Ve en vurucu cümleyi BM’ye duyurur gibi ilan ediyor;
- Macaristan anayasası ve kanunları, çocuk ve kadınları şiddetten korumaya yeter!

İster Avrupalı ister Doğulu olsun toplumlar kendilerine uygun yasalarını var ettikçe ve kendi iç dinamikleriyle hukuku uyguladıkça toplumsal refaha kavuşacaklardır. Bize, bizden olmayan yasalar dayatıldıkça, kârdan çok zarar geldiğini defalarca tecrübe ettik. Emanet alınan hiçbir libasın kişiye tam olmadığı gibi kendimize, toplumumuza ait olmayan emperyalist sömürgecilerin bizi deneme tahtası olarak  kullanmaya çalıştığı yasalardan ne hayır gelir?

Anayasamızın pek çok kanunu örneğin:
 Medeni Kanun- BorçlarKanunu 1926 (İsviçre),
Ceza Kanunu 1926 (İtalya),
Ticaret Kanunu – CMUK – Deniz Ticaret Kanunu1929 (Almanya),
İdare Kanunu  1929 (Fransa),
İcra ve İslas Kanunu 1932 (İsviçre)
Gibi dışarıdan alınan yamalı bohçaya dönmüş kanunlarımız ve bize zerk edilen maddelerle ne kadar uyuştuğumuzu mahkemlerdeki hâkimlerimize soralım.
Asıl anayasımızı bize gönderen Ahkâmü’l Hâkimin olan yaratıcımız bizim için en uygun olanı bildirmişken, içerisinde kadın -erkek hakkı, hayvan hakkına dair tüm hükümlerin anlatıldığı bir kitap varken ısmarlama yasaların toplumda huzura değil daha çok uyumsuzluğa ve çarpıklığa yol açtığına yeniden tanık oluyoruz. Macaristan’ın hatta Ermenistan’ın yaptığını biz neden yapamıyoruz? Bizi bağlayan nedir? Hesap vermekten çekindiğimiz AB’nin bizi, bizden iyi bilen Hayru’l- Hâkimin’in yanında hükmü mü olur? Sözleşmeden sonra aile yapımızı düzelteceğiz derken 2005’te 641.241 olan evlilik sayımız 2018’te neden 553.202’ye geriledi? Bunu da AB bizim için araştırıyor ve çözüm sunuyor mu? Evlilikten kaçan gençlerin oranı neden artmakta ve gençlerimiz dinimizin yasakladığı nikâhsız birlikteliğe neden sürüklenmekte? Kadın haklarını savunurken LGBT’nin pervasız çıkışları neden bu konuya dâhil olmakta ve onlar kadın veya erkekten daha üstün ve toplumda olması gereken mutlak sınıf gibi bize dayatılmakta? Bu sözleşme ilahi bir bildiri midir ki değiştirilemez, iptal edilemez gibi karşımızda durmakta?

Yarattığı eşref i mahlûkun neye ihtiyacı olduğunu en iyi bilen yüce yaradanın  gönderdiği yasalarına dönmek ve Macaristan gibi biz de "Türkiye anayasası ve kanunları, çocuk ve kadınları şiddetten korumaya yeter!" diyebileceğimiz günlerin umuduyla sağlıkla kalın.