Derin bir anlam ve ahlâk krizi yaşadığımız zamanlarda değişime dair umudunu kaybetmeyenlerin eşlik ettiği bir şarkıda buluşuyoruz. Nostaljik bir eylem bu. Üzeri tozlanmış gramofondan yükselen ses kadar kadim, maddeden uzak, manâya daha yakın..  

Kalabalığın ortasında kalan sessizliğimi yanıma alıp yürüyorum yeni uyanmış şehrin kaldırımlarında. Bir güzellik yapıyor kış bize bu aralar. “İçinizdeki baharı tüketmeyin” diyor. Buğulu ruhlara nice aydınlık günler müjdeliyor. Sahile dokunan sular güneşi beklerken, henüz kahvaltı yapmamış bir kuşun önüne düşüyor simit parçaları. Evet her şey bu kadar planlı, her şey rızık endişesi taşıyan insanın iflah olmaz tatminsizliği karşısında bu kadar yalın, bu kadar uzak dünyadan. Bir simit parçasıyla doyuyor serçeler. İnsan ne zaman doydum diyecek, ne zaman sahip olduklarını yeterli görüp teşekkür edecek bilmiyoruz.  

İstanbul’da mevsime aykırı bir gün. Tıpkı ruhumdaki sınıfta parmak kaldıran fakat söz hakkı vermediğim aykırı sesler gibi. Merak ediyorum güneş kendisini görmek için dışarı çıkan bu kalabalığı görünce ne hissediyordur? Yağmurda ıslanmayı sevenler olarak bütün bu sahte gülüşlerden, maskeli yüzlerden uzaklaşıp dağ başı yalnızlığında kendimizle baş başa kalsak diyorum. İçimizde tükettiğimiz anlamı tekrar ortaya çıkarsak. Kalbimizi büsbütün kuşatacak bir sefere çıksak. Gecenin karanlığından sabahı var eden Rabbe bir kez daha teşekkür ederek, kelimelerimizi inzivaya çekip bir yâr için âh etmeye gitsek, içimizdeki insan yanımızı sahibiyle buluştursak ne iyi olur değil mi?  

Herkesin başka karakterlere büründüğü, başkaları gibi düşündüğü, moda rüzgarıyla ne yediğimizden ne giyeceğimize kadar başkalarının karar verdiği, akleden kalbin peşinden gitmek varken sahte sevgilerin ardına düştüğümüz bu dijital çağda kendin olarak kalabilmek; fabrika ayarlarına dönmek ne mühim. Biliyorum ki kelimeler de bu gidişata direniyorlar. Anlamla aralarına mesafe koymak istemiyorlar. Hikmeti aramaktan asla vazgeçmiyorlar. Fakat insan, içimdeki lügatin ortasında bir yer edinen, çevresini nice kelimelerle donatıp dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden o mefhum, hep yorgun, hep telaşlı, hep erteleyen..  

Kapitalizmin muhafazakârlaşmasıyla birlikte dini hayata taşıma çabası içerisinde olanlar düşünce dünyalarında kendi olamamanın bedelini ödüyorlar.  Kendi aklını kullanabilme özgürlüğünü savunurken, aklı putlaştırmaktan kaçamıyor, nihilitik bir uçuruma (değersizliğe) doğru sürükleniyorlar. Evet hep başkalarına yakıştırdığımız bütün olumsuzlukları bir kenara bırakalım, bizden bahsediyorum. İnandığımız din akletmenin altını defalarca çiziyorken, neden akıl ve düşünce yetimliği yaşıyoruz? Aklını kiraya vermek, algı yönetmek, önyargılarda boğulmak, düşünce suçu gibi kavramlar var artık hayatımızda. Amerikalı şâir E.E. Cummings’e atfedilen meşhur bir söz vardır: “Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek; dünyanın en zor savaşını vermek demektir..” Bu bakış elbette ki toplumdan uzaklaşmak, farklı düşünene kibirle bakmak anlamına gelmiyor. "Kendim olacağım" derken özgüven patlaması yaşamak, hayatın merkezine 'sadece kendini' koymak da değil bu. Cummings İngilizce’de “ben” anlamına gelen “I” zamirini kasıtlı olarak küçük yazar ve ekler: “Ben benim. Yani bütün insanlardan biriyim..”  

Bir kült psikolojisi var, hepimizin bildiği. Onlar gibi düşünmen, onlar gibi giyinmen, yaşananlara onlar gibi bakman gerekiyor. Aksi halde sürüden ayrılıyorsun, yalnızlığa terk ediliyorsun, trollerin saldırısına uğruyorsun, söz söyleme hakkın elinden alınıyor. Şimdinin meselesi değil bu. Tarih boyunca genç beyinler, ideolojilerin tahakkümü altında kalarak bırakın eleştirel akılla düşünmeyi, düşünmeleri dahi engellenmiştir. Düşünce suçundan hapis yatanlar, askeri vesayetler, darbe zamanlarında işkence görenler, farklı kutupları karşı karşıya getirerek buradan kaos planı yapanlar ve daha birçok ibret vesikalarıyla dolu yakın tarihimiz. İşte böyle zamanlarda ilkeli duruştan asla taviz vermemeli, güce göre şekil alan değil tüm koşullarda dengeli tavrı gözetmeli insan. Görünenin arkasındaki güzelliği ve hakikati görebilme ferasetini, yaşananları dünden bugüne okuyabilme hikmetini her zaman yanında taşımalı. Çocuklardan sınırları çizilmiş bir resmi boyamasını, daha önce yazılmış şiiri ezberlemesini istemek yerine hayal ettikleri, daha yaşanabilir dünyayı çizmelerini, hayatı şiir gibi yaşamalarını sağlamalıyız. Onları olduğu gibi kabullenmek, kıyafetlerin, dış görünüşlerin, imaj tutkusunun değil bilinçle inşa edilmiş bir zihnin, ırkların, görüş farklılıklarının, politik duruşların değil insan olmanın bizi daha değerli hale getirdiğini öğretmektir asıl başarı. Kâbe’nin anahtarını müşrik de olsa ehline veren Nebevî bir anlayıştan, ‘bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin’ diyen Kur’âni bir duruştan bahsediyorum aslında. “Toplumsal işlerini aralarında dayanışma (ortak akıl) yoluyla karara bağlarlar..” (Şûra/38) ilkesinin gizli öznesinden söz ediyorum.. 

Beyin haritamızdan parmak izlerimize, ses tonumuzdan gözdeki iris tabakasına, yüz şeklimizden mikrobiyomlara kadar her birimiz bambaşkayız. Musavvir olan Allah’ın özel olarak tasarladığı insan, neden ‘herkes gibi’ olmaya çalışır peki? İtiraz etmeyen, yeni bir şey üretmek yerine var olanı tekrar eden ve öteki korkusu yaşayanlar kendi olarak kalabilme savaşının mağluplarıdırlar. Her ağacı diğerlerinden farklı ve özel yaratan, her kuşun sesini nevi şahsına münhasır kılan bir yaratıcı bizden tek tip düşünmemizi, tek tip yaşamamızı, kendimiz gibi düşünmeyeni ‘cihad’ adı altında öldürmemizi isteyebilir mi? Her mevsim değişim ve dönüşüm sürecine girerken kâinat, her sabah yeni bir umudu fısıldarken güneş, her akşam farklı şekillerde dünyaya görünürken ay, insana yıllar yılı aynı şekilde düşünmek, aynı şekilde yaşamak yakışır mı? 

Teknolojinin peşinden koşup, olmak yerine görünmeyi tercih eden insanın bu yorgunluğu, bu tatminsizliği ve içine düştüğü anlamsızlık uçurumu da gösteriyor ki yolcuyuz; gurbetini yaşadığı ebedî aleme aradığını bulamadan geri dönen bir seyyah.. Ötelerden gelen bir ses arıyoruz. Sentetik boyalar var üzerimizde. Bankalar, ışıklı alış veriş vitrinleri, bize kevser olarak verilen zamanı bir değirmen gibi öğüten futbol maçları, diziler ve daha birçok derinliksiz eylem. Bütün bunları hobi olarak görüp itiraz edebilirsiniz. Kaldı ki kastettiğim asıl konu ölçüsüz ve sınırsız eylemler. Spor yapmalısınız fakat futbol dinine iman etmişseniz, gündeminizde sürekli o varsa bu sizi sürüleştirme çabasının en büyük başarısıdır. Davanız sadece bir siyasi partinin istikbalinden ibaretse, hayata bakış açınız falanca kişinin düşündüğü gibiyse, kalbiniz putlar ülkesine dönmüşse geçmiş olsun. Zira bir toplumun düşünmesini engellemenin yolu sanal bağımlılıklardan, tek tipleştirici medyadan ve eleştirel düşünceden uzak, fikirlere değil şahıslara dayalı politik düzlemden geçiyor. Dünyada başarılı insanların hikayesine bakalım. İçgüdülerini esir alan eylemlerden fedakârlık yaparak gelmişlerdir o konuma. Böyle bir hayattan vazgeçmeden kendi olamıyor insan. “Hayır” diyebilmenin en büyük erdem olduğu sarp bir yokuş bu.. 

Öyleyse içimizdeki Hira’ya dönüp bakalım sevgili dost. Ne görüyoruz?

Orada hiç tükenmeyen bir umut var. Orada insanı diri tutan bir sevgi var.

İman etmek, tevâzu göstermek, özgeci olmak, her şeye rağmen iyiliği, güzelliği savunmak var.. 

Ne mutlu kendi olana, insan kalabilene..