Bundan üç yıl önceydi.

İstanbul’a gezmeye gelen bir hemşerim görüşmek istemişti.

Buluştuktan sonra İstinye’deki bir çay bahçesine gitmiştik birlikte.

Misafirimi -denizi çok sevdiğini de bildiğim için- dalgaların dövdüğü bir mekanda ağırlamak bana daha uygun gelmişti.

Hem, İstanbul’da, denizle irtibatından çok, serçeleri nedeniyle oldum olası sevdiğim bir yerdir burası; küçük sıçrayışlarla, pırt pırt uçuveren serçelerin, masaların üzerindeki tost kırıntılarını bir diğerinin kapma ihtimaline karşı telaşla, tık tık toplayışlarını seyredebildiğim müstesna bir yerdir.

Serçelerin hayattan nasipleri, cirimleriyle mütenasip hale geliverir bu seyrimde; buna göre ben kendimi cismen ve nasiben onlardan büyük görürken, asıl beni kuşatan büyüklük nezdindeki küçüklüğümü hatırlayıp, ululuk anlamındaki büyüklükte benzeri bulunmayan Rabbimize hamdederim.

Misafirimle birlikte, nar gibi kızarmış İzmir lokmaları eşliğinde çaylarımızı yudumlarken, üç kadın yanlarında üç çocukla birlikte en yakınımızdaki masaya kuruluvermişlerdi.

Eski söyleyişle mürebbiye, yeni söyleyişle çocuk bakıcısı oldukları her hallerinden belli olan hanımlar, hararetli bir muhabbete başlarken, beş yaşlarındaki çocuklardan biri, zikrettiğim hal ve telaşla bizim masamıza uğrayan serçelere tebelleş olmaya başladı; sanki serçeleri yakalamaya değil öldürmeye azmetmiş gibiydi.

Çocuğun ilk tacizlerine sessiz durduk, ama onun vahşiyane son hamlesine misafirim “dikkat et, öldüreceksin onu” diyerek müdahale etmek zorunda kaldı. Tam bu anda, kadınlardan saçını civciv rengine boyatmış olanı, “Çocuğa ölümden söz edilir mi? Onu neyle korkuttuğunuzun farkında mısınız?” diye kükreyiverdi. Tek başına bir ölüm kelimesi, onun dedikodu zevkini öldürmeye yetmekle kalmamış, sanki kendisinin ölümlü oluşunun hatırlatılmasına karşı duyduğu bir yaşama isyanına dönüşmüştü.

Günümüz güzel, İzmir lokmaları hoş, çaylar sıcacıktı. Çocuğa bakma görevini, dedikodunun hazzına feda eden bir kadının keyfimizi kaçırmasına izin veremezdik elbette. “Hava almaya çıkardığın çocuğa sahip çık” uyarısıyla, ona orada bulunma nedenini hatırlatarak sükuneti sağladık.

Bize göre her ebeveyn, kendi çocuklarına bir gün öleceklerini, onların yaş ve anlayış düzeylerine uygun olarak anlatmak zorundadır. Zira, ölüm nedeniyle vuku bulacak ani bir ayrılık, ancak bu şekilde çocuklar tarafından kabullenilerek tahammül edilebilir bir hale getirilir. Aksi halde, ölümle ayrılığa bigane kalan çocuklar, hayattaki en büyük dayanakları olan ebeveynlerinden birini kaybetmekle, kolay kolay kurtulamayacakları düşünsel bir boşluğa düşerler.

Şimdi, koronavirüse karşı tedbirler cümlesinden, çıkmamamızın arzulandığı evlerimizde otururken, televizyon ekranlarından günde yirmi dört saat ölüm kelimesinin başımıza boca edilişine tanık oluyoruz. Beyazlara mahsus villalarda, sözüm ona iyi mürebbiyelik uğruna bakım ve terbiyelerinden sorumlu oldukları doğuştan beyaz çocukları, bu ölüm kelimesinin bir salgın gibi kullanılışından nasıl koruyorlar o mürebbiyeler, gerçekten merak ediyorum.

Elbette, yukarıda ima ettiğim şekliyle, o mürebbiyelerle hayat ve ölüm konularında, zihniyetlerimizde açığa çıkan köklü farklılığı ıskalamadığım gibi, koronavirüsün ülkemizdeki varlığının resmileşmesiyle birlikte, önce hangi semtlerdeki bakkal, market raflarının yağmalandığı bilgisini de ıskalamıyorum.

Ölüm duygusuna kapılan birinin davranışlarında muvaneze aranmaz ancak, bu duygunun dizginsizleştirdiği davranışlara karşı, mümkün bir muvazenenin bulunması da gerekir.

İstinye’deki çay bahçesinde maruz kaldığımız durumun, mezkur zihniyetin tipik bir örneği olarak aklıma gelivermesi bu yüzdendir.

Bir kadın milletvekilinin, bundan birkaç yıl önce, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişinde yazan “Her canlı ölümü tadacaktır” mealindeki ayeti bir tehdit gibi yorumlamasıyla vuku bulan tartışmalar da aklıma gelmedi değil.

Ha o, ha bu, neticede hayat ve ölüm konusunda sorunlu olan zihniyetlerin, bugünkü şartlarda, ilkin makarna raflarını talan etme şeklinde dışa vurması, toplum sağlığı açısından dikkate alınmaya ve özenle incelenmeye muhtaçtır.

Hayat ve ölümün aynı ya da ayrı mesele olup olmadığı, son tahlilde inanışlarımızla ilgilidir.

Müslüman oluşumuza göre, ölüm bizim sadece dünyasal şeklini bildiğimiz muhtelif hayat düzeylerinin birinden bir diğerine geçmekten ibarettir.

Ölümü hayata dahil etmeyen bir zihiniyette, bu hakikat ölümle birlikte som bir yok oluşa evrilir ve bu evriliş, kendiliğinden ağır bir korkunun kaynağı haline geliverir.