Günlerdir içimde sebepsizce kaybolan kelimeleri bulmak, insanlardan uzaklaşma isteğini susturmak için bir teselli arıyordum. Şehirleri rahmet mevsimine hazırlayan yağmurlar geldi sonra. İlk orucunu tutan bir çocuğun heyecanı gibiydi gönül coğrafyam. Ne vakit bir tükenmişlik sendromuna düşsem, ne vakit dünyaya ve onu eylemleriyle kirleten insanlara bakıp hafif bir bulantı hissetsem sığındığım, kalbimi yanıma alıp gittiğim o kapıyı bir kez daha çaldım. Meğer ne çok zaman geçmiş fıtrat sözleşmeme göz gezdirmeyeli. O’nun adıyla başlamadığım nice eylemlerim varmış. Ne anlamsız kaygılarım varmış ölüm karşısında kendini savunamayan.. 

Eski bir avludayım. Yeni sulanmış yerler ve kapı önleri. Saksılardan sızıyor hüznümüz. Toprak kokulu bir zamanı beklerken, yakalandığı sükût yağmurundan henüz kurtulamadı ruhum. Çiçekler insana ne güzel bir dünya armağan ediyor diye düşünüyorum pencere önündeki menekşelere, fesleğenlere bakıp. Ve insan bütün bunlar karşısında ne kadar düşüncesiz; bir teşekkür bile etmiyor, dünyayı güzelleştirmeyi kendisine ilke edinen çiçeklere.. 

İftarı bekleyenlerin, oruçla şeref bulanların sessizliği ne güzeldir değil mi? Beklemek eylemi, bizi sabır ve metanetle görünce seviniyor mudur? Beklemeyi bilmediği için unutulan, tahammül edemediği için sınanan, ihtimam ahlâkından uzak insana ara sıra oruçla hatırlatıyor sanırım kendini. Masa yavaş yavaş doluyor. Seksenlerden kalma lamba, yaklaştığını haber veriyor yaklaşmakta olanın. İçimde hep aynı hüzün. “Ne büyüksün Rabbim” diyorum “âh Sen olmasan hangi güç bir araya getirir bizi, hangi otorite milyonlarca insana aynı anda aynı şeyi yaptırabilir?” Her şey gözümüzün önünde ve kimseler dokunmuyor. Her şey hazır fakat bir emir bekleniyor göklerden. Susamışız, yorulmuşuz, yanmışız. Bir hayalin peşinden koşarken, bir düş ararken kaybolmuş çocuklar gibi masum bakışlarımız. Kalbimizde hiç durmaksızın bağıran sınırsızlığı, tüketim çılgınlığını, dünya kokulu sözleri susturup kendimizi kandırmanın peşindeyiz. Fakat yine de ümitvârız İbrahim’i sınayan, Adem’i adam eden kelimelerin bize yol göstereceğinden. Arıyoruz hep hakikati. Yolcusuyuz muttakî ve müstakîm bir yolun. İyi ki.. 

Sonra bir şiir anımsıyorum göz göze geldiğim çiçeklere bakıp:  

“Ben sana kırmızı kiremitli bir çatı 

Begonviller ve bir mavi kapı 

Ve illa amansız bir avlu getirsem.

Dünya soğur, akşam serinlerken..” 

Devamını okumaya melâlim yok galiba. Birhan Keskin hangi avluda oturmuştur bu şiirle, hangi yaşanmışlıklar en geniş cümlelere sebep olmuştur kim bilir. Dünya soğuyor değil mi, akşamlar serin fakat insan hep yorgun, hep erteleyen, hep sonu gelmeyen telaşlarla dolu. İşte böylesi bir günde sessizliği, zamanı, serveti paylaşmaya çağırıyor bizi Rahmân. O çağrıya birlikte eşlik edelim diyor Ramazan. 

Ramazan’ın ruhunu kendi ruhuma katıp süslü cümleler yazmaktan yana değilim. “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?” diyenlerdenim. Evet ibadetlerin cesediyle ilgileniyoruz, başkasının Allah’ı olmaya kalkışıyoruz. Evet anlamsız teolojik tartışmalar arasında kaybolurken, politik kamplarda hakikati tekelimize alırken boğazından tutuyoruz kardeşliğin, merhametin ve sevginin. Fakat yangın var ey yangına körükle gitmeye heveslenenler! İçimizdeki yangından habersizce başka külleri köze dönüştürmenin derdindeyiz. Daha sahih dertlerimiz varken anlamsız yüklemlere özne oluyoruz. Yoklukla, hastalıklarla sınanan insanlar var. İşsizlikten dolayı hayatına son verenleri göremiyoruz. Bu şehrin arka sokaklarında yaşananlardan habersizce yaşıyoruz. Pusulasını şaşırmış, hayatın yüksek duvarları arasında yürürken ruhunu beton bloklar altında unutan genç yürekler var. Üçüncü sayfalarda korkunç haberler, sokaklarda terör estirenler ve daha niceleri.. İşte o yangına su serpmek için, ellerimizden kayıp giden insanlığı yeniden ihya etmek için gelir Ramazan.. 

Sınırlarını unutarak yaşayan her Adem, içindeki âlemlerden habersizce, acizliğini görmezden gelerek bir kez daha sarılıyor kendisinden başka kimseye yaşam hakkı tanımadığı dünyasına. Midesinin kölesi olmuş kitleler, aç uyuyan çocuklara rağmen üst perdeden yorumlar yapıyorlar yine. Hiçbir yemeği beğenmiyorlar ekranlarda, egolarından dolayı kimseyi hayatlarına sığdıramayan çağın yalnızları.. Sorunlar var hep hayatta çözüm bekleyen. Hep başkaları suçlu, hep başkaları yanlış düşünüyor, hep başkaları haksız onlara göre. Sürekli konuşmayı, her şeye kusur arayan gözle bakmayı meslek edinmişler. Orucun insanı ellerinden kaçırıp tutamadığı zamanlarda pahalı lokantaların iftar menüleriyle kaç aile doyar kim bilir? İsrafla infak aynı harfle başlasalar da çok uzak mefhumlar aslında. Yeryüzünü bir mescit gibi görmedikten sonra, ırkların ve renklerin aynı anda vakti kuşandığı sofralarda bir araya gelemedikten sonra hangi Ramazan’dan bahsediyoruz? İşte bu sınırsızlığa, bu narsisizme ‘hayır’ diyebilmek için bir misafir geliyor her yıl. İnsanı fabrika ayarlarına geri döndürmek, fıtratıyla buluşturmak ve bize rağmen “biz” olabilmeyi öğretmek için geliyor.. 

An gelir bir kamyon dolusu stresi omuzlanıp yürümek zorunda kalırsınız. İftar yaklaşır fakat yanınıza kimse yaklaşamaz! Eşinizi, annenizi, çocukları kırıp dökersiniz. Dünya sürekli köşeye sıkıştırır, işler hep ters gidiyordur. Sanki hatırlanmaya değer bir şey değilken sizi hatırlayan Rabbinizin sılasına yönelmişsiniz gibi, O’nun hayatınızda koyduğu sınırlara riayet etmişsiniz gibi bir de ‘kader’ deyip suçlarsınız, başka hayatların yargıcı olmaya yeltenirsiniz kalbinizi temize çıkarmak için. Ne büyük yanılgılar, ne hazin düş kırıklıkları peşindesiniz oysa ki.. Hikayenin sonunda perde kapanacağını anladığınız anda pişmanlıklar biriktiriyorsunuz. Ölümlü olduğunuzu unutarak yaşadığınızdan beri kendinizi de unuttuğunuzu fark ediyorsunuz aslında değil mi? İşte ‘umulur ki takvalı olursunuz’ temennisi, içine düştüğünüz bütün bu çıkmaz sokaklardan kurtulmak, kötülüğe karşı ‘kalkan’ olmak içindi. Fakat ruhunu öldürüp cesediyle ilgilendiniz. Fakat anlamsız gündemleriniz yüzünden bir türlü sıra gelmedi yaşamaya.. 

An gelir bir labirentin arasında ikilemlerle kavga ederken bulursunuz kendinizi. İyilik mi kötülük mü? Kalbinin işaret ettiği yol mu, dünyanın peşinden koşmak mı? Muhabbetten meveddete uzanarak zerâfetle konuşmak mı, kalpleri paramparça etmek mi? Sarp yokuşu tırmanmak mı, yolu ve yolculuğu terk etmek mi? İş ortamında en olmaması gereken bir olumsuzlukla karşılaştınız. Ciddi bir tepki vermeniz bekleniyor. Başka zaman olsa ortalığı ayağa kaldırırdınız fakat oruçlusunuz. Susuyorsunuz, hoş karşılıyorsunuz, içinizdeki merhamet çınarı büyüyor, affediyorsunuz ve aslında affediliyorsunuz. Başka hayatlara dokunuyorsunuz sonra. Yetimleri sevindiriyorsunuz. Bütün kötü kelimelerle vedalaşıyorsunuz. Alkışı hak eden bu duruş karşısında tutunuyor oruca kalbiniz. Ve bir de bu davranışınızı sadece imsak ve iftar arasında değil de diğer on bir ayda da gösterebiliyorsanız, bedeninizin gıdası kadar kalbinizin gıdasını da düşünüyorsanız mübarek olsun! Nice bayramlar armağan edin kendinize.. 

Diriltsin oruç kaybolan insanlığı, tükenen ahlâkı. Kötülüğün normalleştiği zamanlarda, hayatın her alanında görülen bilinçsizliğe rağmen tutunalım iyiliğe, güzelliğe ve yarınları inşa edecek o eşsiz bilince..