Din toplumdan dışlanmış. Sultanahmet’in ve Süleymaniye’nin avlusu top sahası idi. Camilerin mermerleri bakımsızlıktan kararmıştı. Halıları lif lif olmuştu. Kırılan pencerelerin yerine bir karton konuluvermişti. Bir saf cemaat vardı. Onlar da hamallardan ibaret idi.

Dolmabahçe Sarayı’nın yanındaki Dolmabahçe Camii, kayık müzesine çevrilmişti. Saraçhane’deki Burmalı Mescid depo idi. Bir Ermeni’ye kiralanmıştı. Vefâ Bozacısı’nın yanındaki cami, bir nalbanta kiraya verilmişti. Allâh’ın evi olsun diye yapılmış binaya atlar girip çıkıyordu. Hâlâ duvarında halkalar durur.

Bunları yaşamayan insanlar, bu hâdiselere şimdi inanmakta bile zorluk çekerler. Fakat biz bunları bizzat yaşadık. Ezan, zorla Türkçe tercümesiyle okutuluyordu. Aslî şekline çevrildiğinde, ben çocuktum, ailede hanımlar heyecan ve gözyaşlarıyla beklemiş;

“Biz bu gece uyumayalım, ezân-ı Muhammedî’nin bir kelimesini bile kaçırmayalım!” demişlerdi.

Osmanlı’ya ait ne varsa siliniyordu.

Kütüphânelerde, muazzam bir medeniyetin mîrâsı öksüz kalmıştı. Çünkü Osmanlı lisânı ve yazısı terk edilmişti. Osmanlı yazısını öğrenme husûsunda ilk dersi babamız Musa Efendi’den aldık. Toplumda Tanzîmat’tan kalma bozuk alışkanlıklar vardı. Şehzâdebaşı’nda Ramazan ayında, Ramazân-ı şerif ile te’lif edilemeyecek tiyatrolar ve eğlenceler düzenlenirdi. Toplum tezat içindeydi. Adam gece bu eğlencelere gider, gündüz oruç tutardı.

Hiç unutmam: İbrahim Elmalı Efendi sohbete gelirdi. Kendisi Beyoğlu müftüsü idi. Dînî tahsil o kadar dumûra uğramıştı ki; camilerin kapanmaması için, Fâtiha’yı az çok okuyabilen kişilere dahî hemen imâmet verdiklerini söylerdi.

Hulûsi Amcam, müfessir Elmalılı Hamdi Efendi’nin damadıydı. Onun tefsirini 1000-2000 adet bastırmıştı. Fakat okuyacak kimse yoktu. Ezher’de tahsil görmüş bazı kimseler alırdı, onların da imkânları olmadığından çoğu hibe olarak verilirdi. Babam da; Hamdi Efendi’nin tefsirinden bir miktar almış, satmaya çalışmış. Bir senede 30-40 takım dağıtabiliyorlar. Onları da Mısır’da, Şam’da okuyup gelmiş bir avuç hocaya hediye ettiklerini söylemişti.
O demlerde; toplumda irşad bu derecede zayıflamıştı.

Evlâdını hâfız olarak okutmak isteyen Anadolu insanı; şilteyi katlar, bir urganla bağlar, evlâdının sırtına koyar, şehre getirirdi. Sadece iki-üç kurs vardı, onlarda da yer bulunmazdı. Fakat babası çocuğa kurs sahip olsun diye, onu bırakır kaçardı.

O zamanki bütün kursların mevcudu, bugünkü bir tek kursun mevcudu kadardı. Ekseriyâ Gönenli Mehmed Efendi ve Abdurrahman GÜRSES Hocaefendiler, büyük fedâkârlıklarla Kur’ân hizmetlerine revaç verdiler. Hapse girmeyi göze alırlardı.

O zaman Kur’ân eğitimi veren hocalarla, karakollar arasında Sûfî ile Komiser romanındakine benzer kovalamaca yaşanırdı.

Bir bekçi, Kur’ân okutuyor diye bir hocaefendiyi tevkif eder, kimse de; O hoca nereye götürüldü, ne zaman döner? bilemez, kimseye de soramazdı.

O karanlık devirde, bazen bir bekçi, devletin bütün salâhiyetini temsil ederdi. Biz Erenköy’de Boşnak veya Arnavut bir hocahanımdan Kur’ân öğrenmeye giderdik. Bahçe içindeki bu evde tahsil görürken, bir bekçi geçse, hoca hanım korkuyla bize;

“Yere yatın! Aman bekçi sizi görmesin!” derdi.

Babam da nasıl Kur’ân öğrendiğini bize şöyle anlatırdı:

“Babam, Kadınhanı’ndan bir hocaefendi getirdi. Bize evin bodrumunda Kur’ân-ı Kerim öğretirdi. Gündüzleri de bahçeyi sulardı, yani bir bahçıvan sıfatı içinde bulunurdu.”

Bunları anlatmamızın bir sebebi var:

Bugün Kur’ân hizmetleri -elhamdülillâh- serbest. İmkânlar geniş ve rahat. Konforlu kurslar var. Sayısız ve çeşit çeşit İmam Hatipler var. Fakat Kur’ân tahsiline rağbetimiz ne kadar? Nimetlerin kıymetini ne kadar bilebiliyoruz? Şu muhasebeyi dâimâ yapmak lâzım:

Necip Fazıl der ki:

“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur!”

Eğer anne babalar, evlâtlarını İslâmî kültürle yetiştirirlerse, yarın onlar da sâlih ve sâdık evlâtlar olurlar. Yok eğer evlâtlarını; «Uydum kalabalığa» diyerek toplumdaki gafillerin akıntısına bırakırlarsa, hem dünyada hem de âhirette ağır bir nedâmetle karşılaşırlar."
( Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Mecmuası. Temmuz 2019 sayısı)