Günümüzde vurguncu büyük marketler ve bunlara uygulanan cezalar gündemde, sıkı bir denetim kararı alındı. Peki, Osmanlı'da vurguncu esnafa ne türden cezalar veriliyordu. Müellif Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı'da muhtekir esnafa uygulanan cezaları şöyle anlatıyor:

Muhtekir (vurguncu), dolayısıyla hırsız esnaf ve meslek terbiyesinden mahrum esnaf, eski cemiyet hayatımızda şiddetle takip edilirler ve çok ağır cezalara çarptırılırdı. Şu iki örnek bunun pek canlı misalidir:

1829 yılında Mısır çarşısı kahveci esnafında Hacı Ali'nin, dibeklenmiş halis Yemen kahvesine adî kahve karıştırarak Yemen kahvesi diye sattığı tespit edildi. Dükkânı kapatılarak Çanakkale’ye sürgün edildi.

Yine aynı yıl içinde bir çift çedik pabucu narhından (satılması icap eden paradan) altmış para fazlasına satan kavvaf (ayakkabıcı) Selim isminde biri de Bozcaada'ya sürülmüştür.

İmparatorluk merkezi olan İstanbul'da, şehrin esnaf ve narh kontrolünü bizzat Sadrazam ve İstanbul Kadısı Efendi yapardı. Taşralarda bu işlere Valilerle Kadılar bakardı. Kadıların bir vazifesi de Belediye Reisliği idi. Teftişe kalabalık bir maiyetle çıkarlar, yolsuzluklarını işittikleri, çıkardıkları malları ve terazilerini hileli ve bozuk ve dirhemlerini noksan buldukları esnafa hemen oracıkta cezaya çarptırırlardı; dükkân kapatılırdı, bozuk ve dirhemi noksan şeyler müsadere edilir, muhtekir esnaf da, servetine ve şöhretine bakılmadan hemen oracıkta, çarşılının ve komşularının gözü önünde falakaya yatırılır, bazen de sürgüne gönderilirdi. Sonra, İkinci Mahmud’un son yıllarında, Hicri 1242 de Belediye Teşkilâtı kuruldu. İhtisap ağaları içinde Hüseyin Bey isminde bir zat da muhtekir esnafın amansız düşmanıydı ve tuhaf ve ağır cezalarıyla tanınmıştı; cezalarını bir kanuna, nizama göre vermez, karihasından (kendi düşüncesiyle) hükmederdi.

Eski tarih bilginlerimizden Mehmed Galip Bey merhum, ihtisap ağası Hüseyin Beyin garabetlerini kendisine has şirin bir üslûpla şöyle anlatıyor:

Şöhreti o dereceymiş ki maiyeti ile sokağa çıktığında dükkân önü temizleyenlerin, delik ve deşik küfe ve tabla saklayanların, eksik okka ekmek gizleyenlerin haddi hesabı olmazmış. Kendisinden değil, gölgesinden ve isminden ürkmeyen esnaf yok gibi bir şeymiş.
Hüseyin Bey bir gün Eyüp’e gitmiş, bir merkebe yüklü iki küfe ekmek görmüş. Tarttırmış, ekmeklerin bazıları noksan çıkmış. Derhal ekmek küfelerini ekmekçiye yükletmiş ve merkebin önüne de bir okka saman koydurtmuş. Merkep o samanı yiyinceye kadar herifi küfelerin altında bıraktırmış.

Eminönü’nde bulunan ihtisap ağalığı dairesine arkasında birçok kavaslarla ve kemali debdebe ile girer, avluya konulmuş; iskemleye otururmuş. Başta kavas başısı İzzet ağa bulunduğu halde kavaslar el pençe divan durup yirmi dört saatlik vukuat defteri okunurmuş. Defteri okuyan kâtip meselâ:

“Tavukpazarında yorgancı Ahmed... Meyhane kapısında girerken çevrilmiş.” deyince, Hüseyin Bey kaba bir sesle:On beş gün!

“Kumkapı’da palabıyık Serkiz, Raconcu Migir ile iskambil oynarken hâdis olan kavgadan kızarak Migirin; bir gece evvel fenersiz balığa çıktığını haber veriyor.” deyince: “Bir ay!”

“Firuzağa’dan kırık Salih’in kahvesinde iskete hakkı tezkeresiz karpuz satarken tutulmuş!” deyince:
“On gün!” diye hükmedermiş.

Ve mahkumlar derhal Eyüp Bahariyesindeki iplikhaneye gönderilmiş. İplikhane- Tersane-i Amire, halatlarının büküldüğü büyük bir kışla- imalathaneydi. Ücretli amelesi bulunmakla beraber hapse mahkûm esnaf da oraya gönderilir, mahkûmiyetlerini ağır bir iş olan halat bükmekle geçirirlerdi.