İnsanlar, dünyanın farklı yerlerinde ve tarihin farklı devirlerinde, Allah(cc)’in zamanın akışı içinde tayin ettiği dönemlerde, farklı medeniyetler inşa ederler ve yıkarlar. Bu günler insanlar arasında dolaşır durur. (Ali İmran 140) Bir devrin muhteşem güçleri bir sonraki devirde yer ile yeksan olurlar. Bir bakarsınız adı sanı duyulmamış bir başkası öne geçer, üstün gelir ve bir medeniyet inşa eder.

Medeniyet kavramını, güç ve otorite ile kurulan zenginlik ve gelişmişlik olarak kullanıyorum. Aslında bizim açımızdan medeniyet; Medine menşeli bir hayat tarzının insanlığa sunduğu hayat tarzı ve neticesinde ortaya çıkan toplumun meyvesidir.

Bu deverana örnek olarak, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı gibi hemen hepimizin bildiği medeniyetleri gösterebiliriz. Diğer yandan, batının da kurduğu ve yaydığı medeniyetleri olmuş ve onlar da gelmiş ve geçmiştir.

Bugün ise dünyanın geldiği noktada, güç ve gelişmişliği temsil eden batı medeniyetidir. Onunla rekabet etme ihtimali bulunan doğunun Rusya veya Çin gibi güçlerinin, henüz bir denge sağlayabildiklerini söylemek zor olur. İslam medeniyetinin ise bir fetret devri yaşadığı malumunuzdur.

Son iki dünya savaşının ortaya çıkardığı bu durumun doğal sonucu olarak; zenginlik ve gelişmişlik batıya kaymış ve dünyanın geri kalanı, -tıpkı daha önceki devirlerde farklı coğrafya ve medeniyetlerden aldıkları gibi- batıdan bir çok şeyi alır ve onlara imrenir hale gelmişlerdir.

Bu doğal gidişat sonucunda, maalesef mağlup olan ve geri kalan milletlerin nesilleri, tarihe Allah(cc)’in çizdiği bu hali, çoğunlukla yanlış yorumlayarak, batıya platonik bir aşkla ve hayranlıkla bakıyorlar. Tarihi ve hayatı, sadece bugün gördükleriyle ve sadece maddi açıdan değerlendirince, onlara oldukça mantıklı gelen bir hal, son 100 yıldır iyice yer ettiği doğulu benliklerin eziklik psikolojisini kamçılıyor.

Bilim ve gelişmişliği batının gökten zembille indirdiğini zannedecek kadar gerçeklikten kopuk, çoğu da batı dillerine vakıf ve hatta batı üniversitelerinde tahsil görmüş, bizim ülkelerimizi ve halklarımızı küçümseyen, bir tür aşk sarhoşu “Jön-Türk” kafasıyla batıya melül melül bakan, her fırsatta bizi aşağılayıp batıyı yücelten bir “sürü” insan yetiştirdik.

İyilik ve güzellik anlayışları da batıya endeksli bu mecnun kafaların, hayata ve insanlığa bakışına tipik bir örnek olarak, kısa bir tartışma yaşadığım batı hayranı bir tarihçinin halini aktarayım.

Kendisi bir deniz savaşında, Osmanlı gemilerinden İtalyan gemilerine portakal atıldığını yazmıştı. Ancak portakal, Osmanlı’ya bahsettiği savaştan yaklaşık 100 yıl sonra gelmişti. Bunu kendisine söylediğimde cevabı bilimsel ya da akılcı değil tamamen batıya gönlünü, aklını, kalbini ve vicdanını kaptırmış bir adamın masumane itirafı idi:

“Bunu bir İtalyan gemici hatıralarında yazmıştı.”

İtalyan gemicinin hatıraları, tarihin ve hayatın gerçeklerinden daha doğru olabilir miydi? Bana sorarsanız hayır ama bir batı aşığı akademisyen bunu kabullenmekte hiç zorlanmıyor ve batılı bir karalamayı kendi atalarını aşağılamak için kullanıyordu.

Ne yazık ki; kendi medeniyet ve tarihine yabancı bir eğitim sistemi içinde yetiştirilen nesillerimiz,  platonik kara sevdaya kapılıp, atalarına küfretmeyi gelişmişlik olarak görecek kadar ezik bir ruh ile yetişiyorlar.

Elbette istisnalar var ve olacak. Aksi düşünülemez bile. Umudumuzu ayakta tutacak kadar güzel bir nesil de geliyor ve hep gelecek. Biz kökü en sağlam ağacın dallarına tutunuyoruz. Kurumayacak ve meyve vermeye devam edeceğiz.

Gün gelip tekrar ormanı kaplayacağımız güne kadar yaşayacak ve sürgünler vereceğiz. Hep yeşil kalacak yapraklarımız ve rastgele dökülen her meyvemiz, düştüğü yere kök salıp bir fidan olarak boy verecek.

Kaç nesil sürecek bilemeyiz, bilmemiz de gerekmiyor. Kaç yıl, kaç asır önemli değil. Mutlaka devran dönecek ve insanlık tekrar bizim medeniyetimizle buluşacak.