Münih Komplosu, Kavuran Soğuk gibi romanların yazarı Wolfgang Schorlau’ya göre polisiye edebiyat bugünün toplumsal romanı niteliğinde… Schorlau, “Polisiye bize hem hayattan hem de edebiyattan beklediğ

Alman yazar Wolfgang Schorlau, polisiye edebiyatın en sık takip edilen isimlerinden biri… Yazarın romanlarının ise klasik polisiyeden farklı bir tarafı var. Schorlau ağırlıklı olarak siyasi polisiyeler yazıyor. Neo-naziler tarafından gerçekleştirilen terör saldırıları gibi konular, üzerindeki sis perdesi kalkmamış olan vakalar yazarın romanlarının odak noktası. Koruyan El, Münih Komplosu ve İletişim Yayınları tarafından yeni yayımlanan romanı Kavuran Soğuk dedektif Dengler eşliğinde, okuru cinayetleri çözmeye, yaşananların arka planını araştırmaya davet ediyor. Schorlau ile konuştuk...

Siz ağırlık olarak siyasi polisiyeler yazıyorsunuz. Bu da salt kurgudan ziyade daha farklı bir yazım sürecini beraberinde getiriyor olsa gerek. Neden siyasi polisiye?

Ben seçtiğim konuları yazmadan önce iki yıl boyunca araştırmalar yapıyorum. Ve bu konuları sevdiğim için üzerine kafa yoruyorum. Malzeme ettiğim temayla çalışıyorum ve onu suya sabuna dokunmayan bir şeyle geçirmek istemiyorum. Ama edebi anlamda baktığınız zaman suya sabuna dokunmamak adına bir sakınca yok. Dileyen böyle de yazabilir elbette. Ama ben tercih etmiyorum. Bu konuyu sevdiğim için üzerine kafa yoruyorum diyebilirim.

Yaşanmış şeylerden yola çıkarak romanlarınızı kurguluyorsunuz. Gerçek ve kurguyu iç içe harmanlamak zor olsa gerek? Bu konulara odaklanmak için edebiyatı tercih etmeniniz arkasında ne yatıyor?

Evet. Her zaman o kadar kolay olmuyor. Gerçek hikayeye kurgusal bir şey eklemek benim yaptığım. Dengler romanları için şunu söyleyebilirim. Orada anlatılanlar gerçek, ama karakterler kurguyla oluşturulmuş figürler. Ve o kurgu karakterler gerçekleri de elimden geldiğince gücüm yettiğince realitiye ulaşmaya çalışıyorum.

Ve Münih Komplosu’nda aslında Dengler üzerinden resmi olana bakmaya denedim. Burada ekim festivaline yapılan bomba saldırısının arkasındaki radikal sağcı hareketin izleri görünmez kılınmıştı. Bu eylemden 30 yıl sonra bu konuyu tekrar açmak istedim. Bu olay aslında polisiye edebiyatın ya da genel olarak edebiyatın bir şeyleri değiştireceğine dair bir gösterge.

Yaşanmış olayları romanlarınıza konu ederek üzerine tekrar düşünmeye davet ediyorsunuz. Ve arka planda kalmış aydınlatılmamış konulara odaklanıyorsunuz. Bu noktada yazar olarak bir misyon edindiğinizi söyleyebilir miyiz?

Misyon kelimesini biraz fazla buluyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Kişisel olarak okumaya seçtiğimi kitapların bir şeylere dokunuyor olmasını tercih ediyorum. Gündelik hayatla bağlantılı ve anlamlı olması benim için önemli. Böyle şeyler yazmaya özen gösteriyorum. Okuduktan iki saat sonra aklımda hiçbir şey kalmayacak bir romanı okumaya tercih etmiyorum. Ama misyon bunun için çok güçlü bir kelime. Almanya’da 60’lı yıllardan beri yaşanan politik cinayetlerin büyük bir kısmı hala aydınlatılmamış durumda. Dengler romanlarıyla amaçladığım şey tam olarak aydınlatılmamış olaylar üzerine edebi bir yolla üzerine düşünmeye davet etmek. Ve yaptığım işte şunu yapıyorum. Bir vakanın bütün parçalarını başka türlü yerleştirip kim bilir belki de böyle olmuştur diyorum.

Romanlarınızın kurgusu güçlü, aynı zamanda çok ciddi bir araştırma süreci olduğunu da okumak mümkün… Nasıl çalışıyorsunuz bu süreçte?

Daha önce de belirttiğim gibi üzerinde iki yıl çalışıyorum. Her kitabın kendine ait ayrı bir stratejisi var. Ama ortaklığı şu. Öncelikle konu hakkında yazılı ne varsa hepsini okuyorum. Konuyu benden daha iyi anlayacak insanlarla konuşuyorum. Polis, politikacı ve gazetecilerle konuşuyorum. Eğer bir sendikaya üyelerse sendikacılarla konuşuyorum. Ve son olarak da cep telefonumu kapatıyorum. Bu da hayati bir önem taşıyor benim için.

Yazarlığa 45 yaşından sonra başlamışsınız… Nasıl karar verdiniz?

12 yaşındayken okul defterlerine romanlar yazıyorduk ve haftada 2 feniğe bunu kiralıyorduk. Bu da insanın bir yazar olarak zengin olamayacağının en önemli kanıtı. Beğendiğim bir sahneyi tarif etmeyi başardığımda yaşadığım o mutluluk duygusu beni yıllar sonra yeniden masaya oturtan şey oldu. Çünkü çocukluğumda yaşadığım o duyguyu hatırlattı.

Polisiyeye olan ilgi son yıllarda yükselişte. Siz bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Ben okuma etkinlikleri için çok sık kitapçılara gidiyorum. Her gittiğimde de polisiyenin çok satanlar içindeki oranı nedir diye onlara soruyorum. Bu işe başladığım zamanlarda oran yüzde 40’lardaydı. Şimdi ise yüzde 60 olduğunu öğrendim. Satın alınan kitapların yüzde 60’ı polisiye. Bunun altında yatan nedenlerden biri şu; polisiye bize hem hayattan hem de edebiyattan beklediğimiz sürükleyiciliği veriyor. Polisiye romanın bugün aslında toplumsal roman olduğunu düşünüyorum.