Reşat Nuri Güntekin’in malum meşhur Çalıkuşu romanı var, okumayan yoktur. Unutulmaz büyük bir aşk romanı olduğu gibi, yeni kurulan Cumhuriyet kadınlarının yetişmesine katkısı olan romandır. Roman kahramanı Feride, özellikle genç kızları etkilemiş, yoksul ve cahil halkı aydınlatabilmek için tıpkı Feride gibi en ücra köylere öğretmenlik yapmaya gidenler olmuştur.

Yazarın Akşam Güneşi, Dudaktan Kalbe romanları da çok okunan aşk romanlarıdır. Özellikle Çalıkuşu ile ünlenen yazardan, yeni kurulan cumhuriyetin kurucuları “Gericilere karşı” bir roman yazmasını istemiş, bunun üzerine Yeşil Gece roman ortaya çıkmıştır. Yakup Kadri’nin Yaban, Halide Edip’in Vurun Kahpeye ve Reşat Nuri’nin Yeşil Gece romanları, tek partinin isteğiyle okullarda okutulmuştur.

Ancak Reşat Nuri, halkı çok iyi gözleyen, merhametli, şefkatli bir üsluba sahiptir. Devlet yöneticilerinin isteğiyle içine çok sinmediği halde yazdığı Yeşil Gece romanında bile, halkı düşman görmemiştir.

Fakat Reşat Nuri son romanlarında o tek partiyi yumuşak bir üslupla, biraz alaylı eleştiren konulara girdi. Kavak Yelleri romanında halkın CHP’yi bırakıp Serbest Fırka’yayönelmesini, Tek Parti mensuplarının şaşkınlığını, vatandaşın hoşnutsuzluğunu, insanların korkusunu olağan bir anlatımla çok güzel yansıtır.

Kavak Yelleri romanında bir müftü tipi var. Reşat Nuri, her eserinde olduğu gibi yaşanılan dönemleri, yaşanılanların toplum ve kişiler üzerindeki etkileri, oldukça usta bir gözlemle bu eserde de ele almış.

Müftü’nün şahsında, 1920’lerde neler yaşandığını insan bugün biraz acıyla, biraz gülümseyerek takip ediyor.

Kavak Yelleri romanının tiplerinden Müftü’nün, acınacak hal ve hareketleri:

“Başta kaymakam ve parti reisleri olmak üzere belli başlı ekabirin yeni yazılarına bir bak... Bir de benim şu levhalara bir nazar bağışla... Sonra mürteci ben... laik onlar!... Şeyh Sait isyanında beni az kalsın astırıyorlardı... Bak şu ellerime... O günden beri hâlâ böyle titrer... Neyse pek karıştırmayalım onları...” (S.105)

“Müftü çok sevimli, fakat o nispette de korkunç bir adamdır. Ben kasabaya ve etrafımdaki insanlara ait ne bilirsem aşağı yukarı ondan öğrenmişimdir. Aynı zamanda da korkaktır. Şeyh Sait vakasında uğradığı kazadan sonra öyle olmuştur. Bunu bilenler arasıra istasyon parkında kendisine takılırlar. Mesela mecliste birisinin ayağına ip taktığı zaman hem gülerler, hem “Müftü! Senin dilinden malımız, canımız Allah’a emanet!” derler. 

Parti reisi ise daha ileri giderek:

“Müftü, korkarım ki, bu gidişle senin bu dilin günün birinde göğsüne kadar sarkacak, diye münasebetsiz şakalar yapar. Reisin her sözünde bir nevi otorite vehmeden ve böyle bahislerde şakadan anlamak kabiliyeti derhal felce uğrayan Müftü, gülünç bir korkuya düşer, Cumhuriyete bağlılığını müessir yeminlerle temin eder.

Yeni yazıya ve öz Türkçeye çevrilmiş levhalar ve onların yanına asılmış artist resimleri hep bunun içindir. Yine bu sebepten Müftü, eski sarıklıların ve hele cer hocalarının dehşetli düşmanıdır. Onlara karşı yeni tabiriyle adeta kampanya açmıştır.” (s,106)

“Tanrıya karşı en büyük hürmetin camiye başı açık girmek olduğunu anlatmakla söze başlayan ve arasıra cebinden çıkardığı bir tarakla saçlarını tarayan Müftü, yanlış mana çıkarırlar korkusuyla hemen hiç dinden, imandan bahsetmez ve münhasıran Cumhuriyet ve laikliğin faziletlerini anlatır dururdu. Fakat yine de öteki beriki: “Müftü efendi... Sen şöyle dedin. Ondan şu mana da çıkmaz mı acaba?..” diye muziplik ederek adamcağızı ürkütürlerdi. Mesela bir gün Cumhuriyeti anlatırken şöyle demişti: ”Cumhuriyet idaresi cemaatle kılınan namaza benzer. Şu küçük fark ile ki, namazda cemaat imama uyar; Cumhuriyet idaresinde imam cemaate!” Bu teşbih için istasyon parkında günlerce kendisine takıldılar, “Söyle bakalım Müftü efendi! Sen dünya işlerini nasıl din işlerine benzetirsin?.. Hem kimmiş bakalım o imama benzettiğin adam,” gibi sözlerle biçareyi günlerce terlettiler. 

Adeta ağlamaklı olan Müftü’ye bir gün usulca: 

“Vazgeç... Şaka ediyorlar” dedim. Boynunu kulağıma uzatarak: “Benim türlü latifeler edile edile adam asıldığını da görmüşlüğüm vardır!” diye cevap verdi.” (S.107-108)

“Müftü’nün meşhur bir vakasını daima anlatırlar: Bir akşam üstü sokakta yolunu çeviren bir kadın:

“Müftü Efendi... Dün gece ben bir rüya gördüm. Pek fena korktum. Sana anlatayım da, Allah rızası için, bana tabir ediver,” demiş. Müftü birdenbire pirelenmiş; aynı zamanda da sıkıntılı bir zamanına rastladığı için gözlerini açarak:

“Kadın, kadın... Sen rüya tabirinin falcılıktan madut olduğunu, falcılığın ise memnu bulunduğunu bilmiyor musun?.. Git işine Allah aşkına... Başımı belaya mı sokacaksın?” diye öfkelenmiş. Bu sefer kadın da kızarak,:”Ne oluyorsun ayol!.. Ben sana ulemasın diye sordum,” deyince Müftü büsbütün köpürmüş ve avaz avaz: ”Ben ulema mulema değilim kadın. Ben laiğim laik. Ağzımı mı arıyorsun, nedir?.. Hem ben, senden korktum... Taharri memuru musun nesin?.. Defol yanımdan,” diye bağırmış; fakat aynı zamanda da ince ve uzun bacaklarını arşın arşın açarak kendisi kaçarmış.” (107-108)

“Bahçeye ilk girdiğim gün, gaz sandıkları ve uçurumların ilk birkaç seddi üzerindeki çiçeklere bakarak: ”Müftü efendi, aferin sana,” dedim, “tarihte Babil’de mi ne bir “Asma Bahçeleri” diye bir şey okumuştuk. Sen, buraya o ismi vermelisin.” İsim, birdenbire adamcağızın hoşuna gitmişti. Fakat sonra durgun ve karanlık bir bakışla: “Sevmedim o “Asma” kelimesini,” dedi. “Babil bahçesi” desek o da olmaz. Babil filan diye Arap memleketleri Türkiye Cumhuriyetleri hudutları içinde ne halt arar. O değil de, muvakkithaneye “Kurumevi” desek nasıl olur?”​

“Ne münasebet?..” diye sordum.

“Vaktin öz Türkçe karşılığı kurumdur.” (108-109)

“Bugün okuyunca bu anlatılanlara inanamıyoruz. Ama 2020’ye 1 kala böyle bir Türkiye, böyle kişiliksizleştirilmiş insanlar, 1930 nostaljisiyle yaşayanlar var.

Fırsat bulsalar, hepimize tekrar yaşatmaya çalışacaklar!

Yeni yazılarda buluşmak dileğiyle...! 

Kemalettin İSAOĞLU