İbni Arabi uzmanı ve “Üsküdar Sohbetleri: Ekberîyye’de Usûl” kitabının yazarıMehmet Karahisarî’nin“Mizaç” kavramına dair tespitleri bana ilginç geldi. Şöyle ki Karahisarî’nin “Bazı kardeşlerim; “mizaç” kavramını felsefi bir kavram zannediyor. Hayır; Mutaffifîn Suresi 27. âyette yer alıyor. Mizaç, karışım demektir ve istidat, (birkaç) esma-i ilahiden müteşekkildir. Kader sırrı, bu mizacı idrakle mümkündür.” sözleri, bizi ilk önce ilgili âyete işaret etmektedir. Daha geniş bir perspektiften ele alabilmek için, Mutaffifîn suresinin 22-28. âyetlerin bir mealini birlikte okuyalım:

“﴾22﴿ İyiler (cennette) elbette nimet içindedirler.﴾23﴿ Koltuklar üzerinde oturup seyrederler.﴾24﴿ İlâhî lütufların sevincini yüzlerinden okursun.﴾25-26﴿ Onlara mühürlenmiş, mührü de misk olan nefis bir içki sunulur. Yarışanlar, işte bunlar için yarışsınlar.﴾27-28﴿ O içkinin karışımı tesnîmden, yani Allah’a yakın olanların içecekleri bir kaynaktandır.”

Bu âyetlerde erdem sahibi şuurlu Müslümanların cennette karşılaşacakları nimetler tasvir edilmektedir. 27. âyette (ve mizâcuhumintesnîm) hakikaten “mizaç” kavramı geçmekte ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın mealinde bu âyet, “En üstün cennet şarabından” olduğu ifade edilen bu içeceğin “Mizacı/Karışımı Tesnim'dendir” şeklinde tercüme edilmiştir. Peki, “tesnim” nedir? 28. âyet, buna sanki bir açıklık getirmektedir. Tefsir âlimlerimiz de bu doğrultuda “tesnim”i, genelde “suyu, yukarıdan aşağıya akıp duran kaynak” ve “cennetteki yüksek bir su kaynağı” şeklinde tanımlamıştır. Özetle, cennete layık görülen mümtaz müminlere ikram edilecek içeceğin karışımı (mizacı), kaynağı yine cennette olan özel bir sudan ibaret olsa gerek.

İnsanlar, toprakta var olan su, mineral parçacıklar ve organik maddelerden yaratılmıştır.Hakikaten bir insan vücudunun ortalama % 60’ı sudan oluşmaktadır. Vücudumuzdaki suyun üçte ikisi hücrelerimizde ve üçte biri ise hücrelerimizin dışında bulunmaktadır. Bu bağlamda Allah, Kur’ân’da insan yaratılışını şu şekilde anlatmaktadır:

“﴾7﴿ O yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan (topraktan) yaratmıştır. ﴾8﴿ Sonra onun neslini önemsenmeyen bir suyun özünden yaratıp sürdürmüştür. ﴾9﴿ Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”Secde; 7-9)

Görüldüğü üzere insan, sadece toprak ve sudan ibaret değildir. Su ve topraktan oluşan beden yapısının hayatiyet bulması ve hayatî sürdürebilirliği, ancak ruh sayesindedir. Ruh sayesinde varız. Ruh, beden yapısından çıktığında bedenî fonksiyonların da ömrü tamamlanmış olur.

Ruh, C. Hakk’ın bizzat kendi öz varlığından bize üflenilmiş olarak emaneten verildiğine göre mizaç özelliklerimiz de ruh ile direkt bağlantılı olması gerekir. Bir başka ifadeyle ruhumuz, esma-i ilahilerden oluşan bir terkiptir ve bu doğrultuda ruh kökenli mizacımız da Allah’ın isimlerinden oluşan kişiye has bir haslettir. Herkes, kendine göre farklı bir mizaca sahip olduğuna göre yani değişik esma-i ilahileri yansıttığına göre becerileri ve istidatları da buna göre değişkenlik göstermektedir.

Kişilerin farklı mizaçları hangi ilahî isimlerden meydana geldiğini bildiğimizde insan-kader münasebeti bağlamındaki gizem de büyük oranda çözülmüş olacaktır. Karahisarî, mizaca bağlı olarak ortaya çıkan bireysel istidatların kaynağındaki esma-i ilahisi herkeste farklı olacağını işaret ediyor. Yoksa herkes aynı esma-i ilahiyi taşımış olsaydı kişiler de huy, karakter ve mizaç itibariyle birbirilerine benzeyecekti. Dolayısıyla Allah’ın en güzel 99 isim külliyesinden herkesin esma-i ilahisi farklı olacak ve buna binaen her insan, farklı bir mizacı temsil edecek ve buna bağlı olarak günlük hayatında farklı istidatlar sergileyecektir. Aynı anne ve babadan olun kardeşler arasında farklı mizaçların ve istidatların meydana gelmesi, herhalde bu ilahî gerçeğe bağlanabilir.

Sosyal felsefe, şahsiyetin doğuştan gelen bir özellik olduğunu kabul etmekte ve bunun ahlâkî bir yansıması olarak karakterin (mizacın) kalıtımsal kaynağına işaret etmektedir. Bu biyolojik/tıbbî bakış, doğuştan gelen şahsî özelliklerinin ortaya çıkışını, oluşumunu ve gelişimini tatmin edici bir şekilde izah edememektedir. İşte insan şahsiyetinin özelliklerini anlatan felsefik görüşler, bu bağlamda profan ve materyalist olduğu için, insanı ve şahsiyetini anlamak için yetersizdir. Elbette çeşitli ırk ve milletlerde görülen farklı mizaç ve karakter tiplerinin oluşmasında genetik faktörlerin, iklimlerin, besinlerin, geçinme ve beslenme biçimlerininetkisi vardır. Buna İbn Haldûn da zaten işaret etmektedir. Ammâ, ifade edildiği üzere bu biyolojik/davranışsal bilim eksenindeki izahlarda maneviyat, ruh, kader ve hikmet boyutu yer almamaktadır.

İnsanın gerçek kişiliğini belirleyebilmek için, bir bütünlük içinde hem bedenî, hem de ruhî yapısının ele alınması şarttır. Mizaç-istidat ilişkisini ruhî boyutuylave dolayısıyla ilahî isimler çerçevesinde idrak edebilirsek, insanların beşerî kişiliğini, şahsiyetini daha iyi anlamış oluruz ve böylece insanlara manevî, meslekî ve sosyal danışmanlık gibi hizmetlerde daha faydalı olabiliriz.

İrade dışı olan mizaç ve Allah vergisi olan istidat, fıtrata uygun olarak Allah rızasını kazanma bilinciyle değerlendirilirse, umulur ki kişi, iman ile hayatını sürdürür ve ömrü tamamlandığında cennetteAllahu-âlem kendi mizacına uygun özel karışımlı içeceklerden nasiptar olur. Bunun için de ruh ekseninde ilmî açılımlar ve keşifler yapmak zorundayız. Bu süreçte ruhun sahip olduğu maddî ve manevî hasletleriyle aklımızın almadığı birçok önemli işler görebiliriz.

Çünkü ruhun emareleri olan şuur ile her şeyi fark edebiliriz, akıl ile anlayabiliriz, vicdanile tartabiliriz, iç muhasebe ile karar verebiliriz, hayal ile plânlar kurgulayabiliriz, hafıza ile elde edilen bilgileri en ayrıntılara varıncaya kadar saklayabiliriz, kalp ile sevebiliriz. Kısacası tesirleri ile ruh, bedenin her yerinde bulunan diri ve çok fonksiyonu olan öz varlığımızdır. Modern dünyaya bu özellikleriyle yani ruh temelli insan modelini anlatabilirsek, modern insan da kendini keşfetme ve Rabbini bulma imkânına kavuşacaktır.

Prof. Dr. Ali Seyyar