Sabahın ilk ışıklarıyla hiç bilmediği bir şehre gelen yolcu gibi tedirgin hayatlarımız. Nerelere gitsek, kime sorsak aradığımız hakikati, kimlere güvensek diye meraklı gözlerle bakıyoruz etrafımıza. Böyle zamanlarda gurbetçi olduğumuzu unutturan mekanlardır çay içilebilen yerler. Böyle zamanlarda kaybolur insan içindeki sebepsiz hüznün sokaklarında.. 

Bir bahar kokusudur aslında aradığımız. Anlaşılan o ki klavyeye, yazı masasına, ruhuma ve kelimelere de gelmiş bahar. Bulutlar yeni bir mevsimi karşılamanın heyecanıyla pamuk şekeri gibi dağılırken, daha fazla bekleyemeyip açarken çiçekler, toprak Adem’in ilk yaratılışı gibi her an, sürekli yenilenirken, kâinat Hallâk olanın tecellisiyle yeni bir uyanışa, beyaz bir sayfa açmaya hazırlanırken bu yeniden dirilişin neresindedir insan? Diriliş diyorum; hani şu içi boşaltılan kelimelerden. Hamasete, milliyetçiliğe, sahte kahramanlıklara kurban edilen, kâinatın dirilişi karşısında mahcubiyet hisseden o kelime.. 

Sahi bütün bu yeryüzü, gayet muhteşem bir intizam ile varoluş sancısı çekiyorken, her şey varlığını anlamlandırmanın telaşıyla fıtratının sesine eşlik edecek başka bir ses arıyorken, en güzel kıvamda yaratılan insan, neden fark etmez bütün bunları? Kötülüğe karşı iyilikten, nefrete karşı sevgiden, zulme karşı adaletten, şiddete karşı merhametten yana olmayan herkes, sadece kendine değil, sadece başkalarına da değil, mevsimlere, çiçeklere, toprağa da ihanet etmiştir.. 

Düşünün ki; yeryüzü mescidinde münkere karşı mâruftan yana olduğunuz için, herkes eşyanın, paranın, teknolojinin karşısında eğilirken siz yalnız O’nun huzurunda eğildiğiniz için kıyamdasınız. Cem olmaya, dünyayı tekbir ile geride bırakmaya, İlâhi koroya katılmaya, inanan milyarlarca insanla aynı yöne râm olmaya gelmişsiniz. İşte tam da o sırada kötülük endüstrisinin bir ürünü olan, hayatı bilgisayar oyunu gibi gören, aldığı nefese, yaşadığı çağa, her şeyden önce kendine ihanet eden bir terörist, içindeki nefreti ortaya çıkarıyor. Aslında öldürmek eylemi tasavvurunda, karakterinde, hayata bakışında var. Kendi gibi olmayanı öteki gören, ona yaşam hakkı tanımayan bir prototiple karşılaşıyoruz. Bütün zulümlerin kaynağında hakikati tekeline almak, farklılığa tahammül edememek, insanı ayet yerine alet olarak görmek var değil mi? Öldürme eylemi de ilk vicdanında başlamış onun. Ölmüş ruhunu bedeninde taşıyan bir teröristin kaybedecek neyi kalmıştır, sonunda ünlem olan hangi kelime tasvir edebilir bu kirlenmişliği?! 

Sosyal hayattan uzak, evden dışarı çıkmayı ‘saçma’ gören, oyun bağımlısı bir gençle oturuyorum. Yaşam gayesi yok, geleceğe dair çok fazla umudu kalmamış, anne-babasını ‘gerici’ görüyor. Ve bunu ifade etme şekli dikkatimi çekiyor: “Annem sürekli uzun cümlelerle emirler veriyor. Çabuk odanı topla, kaldıracağım şu bilgisayarı, hadi biraz dışarı çık insan gör gibi.. O an öyle bir nefretle doluyorum ki keşke annemin başının üzerinde bir X işareti olsa da kapatsam, sustursam diye!” Durum bu kadar vahim. Bugün kapatıp susturmak istediği annesini yarın ya da içinde bulunduğu oyunun ilerleyen evrelerinde, kendini ait hissettiği dünyada öldürmek isteyecek bir potansiyele sahip. Nitekim oyunu hayata taşıyıp intihar eden nice gençler var ömrünün baharında.. 

Hayatın her alanında giderek büyüyen bir kanser hücresi gibi kötülük. Fakat acı olan kötülüğün normalleşmesi, paylaşılabilir hale gelmesidir. Siyaset dilinden toplumsal olaylara, habercilikten spora birçok alanda incelik, zerâfet ve letâfet yerine propagandacılık, holiganlık, hamaset, maganda dili değer görüyor. Kibar olmanız, kimseyi incitmemeye çalışmanız, hak-hukuk gözetmeniz sizi tercih sebebi haline getirmiyor artık, şiddeti tabiatı haline getirmiş, güç zehirlenmesi yaşayan biri gelip haklarınızı gasp ederek önünüze geçebiliyor. Güçlü olanlar haklılığı, ahlâkı, inancı da tekeline almış oluyor böylelikle. Fikir yerine şahıs, denge yerine ifrat-tefrit noktalarında yaşanan, bütün ahlâki ideallerin gerçek hayattan uzaklaştığı zamanların adını koyamıyoruz belki. Giderek patolojik bir hale dönüşen şiddet sarmalıyla karşı karşıyayız. Yeni Zelanda saldırısı da gösteriyor ki birileri, sanaldan gerçeğe taşınan bir kötülük mühendisliği ile nefret, korku ve şiddet üretiyor. Özenle planlanmış bir saldırı iyi okunması gerekirken şiddete şiddetle karşılık veren, slogandan öteye geçemeyen tepkiler tam da onların istediği tarzda bir yaklaşım. Görüntülerin politik malzeme olarak meydanlarda izlendiğini, daha çok paylaşıldığını, insanların saldırıyı Hıristiyan terörü olarak algılayıp herhangi bir dinin adının terör eylemiyle anıldığını gören katil, ne kadar sevinmiştir kim bilir!  

İnsan olmayı dindarlığın önüne koyan bir anlayışla, olayların arkasındaki hikmeti görebilme çabası bizi daha makul bir noktaya taşıyacaktır. Giderek Türk ırkına eklemlenen İslamofobi yeni değil. Artık en güvenli olarak bilinen ülkelerde saldırılar yapılıyor ve canlı yayınlanabiliyorsa terörün ırkı, dini, ulusu rengi yoktur ve hiç olmamıştır. Kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmanın, barışın, sorumluluk bilincinin adı olan İslam da ırkların ve ulusların üzerinde bir bilinç inşa eder. “Allah’ın ibadethanelerinde O’na ibadet edilmesini engelleyen, ve onu tahrip etmeye çalışandan daha zalim biri olabilir mi?”(2/114) sorusu üzerine düşünürken insanın hayat boyu karşılaştığı ikilemleri hatırlıyorum. Bir yanda bütün bu dünyeviliğe, sahte yüzlere, egolara karşı secdede olanlar, diğer yanda onları engellemek isteyen, tam da ibadet sırasında mâbedlere saldıranlar.. İşte zulmü kıtalar aşan o zihniyet, kızının elinden tutup camiye giden babaları ve o bilinçle yetişen evlatları yenemeyecek. Nasıl mı? Ayağa kalkarsak, kıyamı diri tutarsak, sahte gündemlerden uzaklaşıp sahih dertlerin yolcusu olursak.. Bir medeniyet inşa edelim ki merkezinde insan olsun. Bir inanç sistemi tesis edelim ki adaleti, merhameti, hakikati yücelten insanlardan oluşsun. Bu topraklar yıllar yılı bunu başardı. Saldırının ardından bir camiyi ziyarete gelen aynı gönül dilini konuştuğumuz biri namaz kılanları temaşa etmek, kulun Rabbine yakınlığı yakından görmek istiyor. İhtida öyküleri duyuyoruz ülkenin farklı şehirlerinden. El ele vermiş insanlar merhametin resmini çiziyor duvarlara. O bozulmamış samimiyet ve inançla benliklerden kurtulup bütün farklılıklara rağmen “biz” olmak için henüz geç değil.. 

Öteki fikre tahammül edemeyen, en küçük bir farklı görüş karşısında saldırganlaşan, o fikri/şahsı yok etmek isteyen, bedevi gibi yaşayan, insana nefretle bakan, dindarlığı ibadet fetişizmine dönüştüren, yetimin elinden tutmayıp bir günde ne kadar boncuk saydığı ile övünen, gösterişçi, derinliksiz Müslümanlar var değil mi? Evet yanlış duymadınız inançlı insanlar bunlar. Kendimi bir üst perdeye taşıyıp yeni bir ‘öteki’ oluşturmak için değil bizatihi hayatın içinden, insan manzaralarından bahsediyorum. Henüz farklı partiden, cemaatten, ekolden, ideolojiden diye ortak kelimelerde buluşup bir araya gelememiş, kardeşinin derdiyle dertlenmemiş, sevgiyle kucaklaşamamış insanlar İslamofobiyle mücadeleden, ümmet olmaktan bahsediyor. Nisa/136’yı hatırlıyorum tam da bu sırada: “Ey iman (ettiğini iddia) edenler, iman edin!” Sizce de sürekli, yeniden iman etmeye ihtiyacımız yok mu? 

Kötülüğü iyilikle uzaklaştırabileceğimizi öğrendiğimiz vahiy, pusula olsun hayatımıza ki İslam’ı korku kelimesi ile yan yana dahi yazamasın hiç kimse. İnandığımız değerler ile fıtratından uzaklaşmış hayatlarımız arasındaki uçurum ortadan kalksın ki barışı, esenliği, sevgiyi gösterebilelim dünyaya.. 

Anlamsızlığa, adaletsizliğe ve çağın merhametsizliğine karşı kıyama duran, secde secde Rabbine yürüyenlere, rahmet olsun..