Gelenek sanat ortamlarında sonu gelmez bir talep olarak konuşula gelen nazariyat ihtiyacının, bu sanatları asıllarına has olarak anlama ve anlatma arzusundan çok, modern sanat nazariyatıyla rekabet etme arzusundan kaynaklandığı aşikardır.

Dolayısıyla, söz konusu arzunun, herşeyden önce kendi zemininden kaymış olmasındandır ki, bu şekliyle esas alınması veya itibar görmesi halinde, ortaya konulabilecek nazariyat da zaten yanlış bir zeminde tesis edilmiş olunacaktır.

Zira, modern ile geleneksel sanat nazariyatlarında sanatkara yüklenen roldeki ayrım başta gelmek üzere, yaratım ve tekrarlama anlayışlarından kaynaklanan kapatılması nerdeyse imkansız olan farklılıklar, ya zoraki bir sentezle geçici olarak halledilmeye çalışılacak, ya da bunlardan birinin inkarıyla, hangisi öne çıkarılacaksa ona mahsus bir güzelleme yapılması yoluna gidilecektir.

Bu durumda, bir nazarıyata ulaşma arzusunda samimi olan geleneksel sanat sanatçılarının modern bilimlerle, İslami ilimler arasındaki kategorik farkları bilerek, gerek sanat gerekse yaşayışta hâl esasında tümlenen nazar(iyat)ı ve pratiği birlikte kavramaya çalışmaları çok daha isabetli olacaktır.

Bunun yolu ise, başta hâl ilmi olan tasavvuf ile metafiziğe dair metinlerin sanat/çı gözüyle okunmasından ve dolayısıyla adeta ummandan inci çıkartırcasına bir zahmete talip olunmasından geçecektir.

Bu bahiste tasavvuftan sıkça bahsettiğimi hatırlayarak, ilgili örneğimi Ebu’l-Hasan el-Âmiri’nin Kitâbü’l-Emed Ale’l-Ebed (Sonsuzluk Peşinde adıyla çev.: Yakup Kara, TÜYEK Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2013) adlı metafizik kitabından vermek istiyorum.

El-Âmiri, “nefsin bedenden ayrıldıktan sonraki durumunu araştırmak amacıyla kaleme” aldığı bu eserde, “metafizik meselerin geometri ilkeleriyle açıklanışı” babında şunları söylemektedir:

“Geometri meseleri hakkında eğitim görüp daha sonra metafizik ilimleri elde eden her insan, geometrinin temel prensiplerini, metafizik meseleri izah (takrîr) etmede kullanır. O, geometrinin bütün temel prensiplerinin, Allah (cc.)’ın yaratmasının büyüklüğünü ve Allah’ın süflî ve ulvî âleme nüfuz etmiş olan kudretini salih kullarına gösteren alametler ve deliller olduğunu iddia eder ve şöyle der:

Eğer bölünme (tecezzî) ile nitelenemeyen, fakat gücü bütünde (fi’l-küllî) etkili olan ve hiçbir şeyde gâip olmayan bir zâtı idrak etmek istersen, noktayı hayal et. Nitekim nokta, bölünme kabul etmez, âlemdeki cisimlerin her yerinde bulunur ve gücü, dünyanın her yerinde geçerlidir. Çünkü âlemin ayakta durması (sebât) tamamen ona, yani âlemin merkezi olan noktaya bağlıdır. Zira bilinmektedir ki nokta, Allah (cc.)’ın takdiriyle dünyadaki bütün cisimlerin sürekliliğini koruyan bir şey makamındadır. Yani Allah’u Teâlâ, yaratmasıyla feleğin hareketinin devam etmesi için noktaları koruyucu olarak ikame etmiştir.

Eğer geniş bir zaman dilimine yayılmaksızın, kulun Mevlâ’sı ile olan ani irtibatının nasıl olduğunu; yine geniş bir zaman dilimine yayılmaksızın, Mevlâ’nın kula ani bakışı (nazar) irtibatının nasıl olduğunu ve hiçbir zeval ve sapma olmaksızın, Mevlâ ile kulun aralarındaki bağlantının (vuslat) sağlamlığını idrak etmek istersen düz bir çizgiyi hayal et. Nitekim düz bir çizgi tek bir sûrete sahiptir ve onun uzaması düz bir tarzda olmaktadır. Düz çizginin hareketine asla bir kopukluk (inkıt’) ârız olmamaktadır. Aksine düz çigide hareket bulunduğu zaman bu, sabit bir şekilde, yani başında, sonunda, ortasında devam eder. Allah’ı tesbih ve zikretmeler bu şekilde cereyan etmektedir. (...)

Eğer herkese verilmiş, gerçek mertebeye erişilebilir, sağlıklı gözler için aşikar, salih dualar ve mukaddes tesbihler ile ilişkili, birincil olanlardan ikincil olanlara yani rûhânî varlıklardan cismânî varlıklara kadar, hepsinden yardım elde etmeye bitişik –ki bu, âlemin her tarafına yayılmış olan rahmettir- fazileti idrak etmek istersen düzlemi hayal et. Nitekim düzlem, karşılaşma ve dokunmaya açık, şekil ve sûret vermeye konu olabilen, bölmeye (tafsîl) ve sınırlandırmaya (tahdîd) elveren, kendisini çevreleyen sınır ile ilişkili, birinci miktar ile son miktar, yani uzunluk ve derinlik arasında bulunandır. Kendi başına kâim olan miktar –ki bu, cisimdir- bunda son bulmaktadır.

Eğer tam cömertliğe, yüce bir inayete, gerçek bir paylaştırmaya –yani hak etme (istihkak) ilkesine göre taksim edilmiş ihsana, adalet ve eşitliğe delalet eden bakışa (nazar), eşyanın, mertebelerine göre elde edilmesi için ilim yerine kâim olan hikmete ve künhüne vâkıf olunmayacak erdemli siyasete vâkıf olmak istersen o halde, cismi hayal et.”

Örneğimi neden geometriden verdiğime gelince: Hans Belting’in kelimeleriyle, Batı sanatındaki geometri tasarı geometridir. İslam sanatlarındaki geometri ise saf geometridir. İki zihniyet arasındaki fark ise, mekan ve bakış farkına dayanır.