Sanatı kastederek, “Görüş” der Heinrich Wölfflin, “hep aynı kalan bir ayna olmayıp, kendine özgü iç tarihi bulunan ve pek çok gelişme evresini geride bırakmış canlı bir kavrama gücüdür.” Zira, yine onun kelimeleriyle dilin kendisi, dilbilgisi ve söz dizimi; sanatın maddi malzemesi, formu, eser algısı.. belli zaman dilimleriyle mukayyet olarak sürekli değişmektedir.

Belirtilen manada, Müslümanların ve Batılıların sanata mahsus anlayışları büyük oranda benzerlik taşır.

Müslümanların sanat anlayışı, Batılılarınkinden şu noktada farklılaşır: Sanat, ledünnî bilgi, feyz, feth, ilham, sezgi, ilahi müjde, ihsan, tecelli, telvin, vecd, ihtira’ ve ibda’.. ilişkisi bakımından hiçbir değişikliğe uğramaksızın, yukarıda zikrettiğimiz manadaki değişmeler nedeniyle ancak değişir. Diğer bir ifadeyle, Allah’ın sanatkar kulu üzerindeki hükmü bakidir ve bunu gözetmeyen kulun sanatı Müslüman (tanımsal çerçeveyi biraz genişletelim: Muvahhid) sanatı olamaz.

O halde, bir Müslüman sanatkar için, sanat konusu şu anlayışta karar kılar: Allah’ı doğru bilme gayretinde aslolan, öncelikle kulun kendisini bilmesidir ki, sanat bu bilmeye mahsus en yetkin imkanlardan birisidir.

Hal böyle olunca özgürlük, yaratıcılık, biriciklik vb. modern sanat terimlerini de zikredilen anlayış içinde düşünmek ve anlamak gerekir. Bunun İslamî nazariyatla şekillenmesinde ise ilahiyatçılar, kelamcılar önceliklidir. Ne var ki, bizdeki bu meslek grupları, zamanlarını Spinozacılık oynamaya hasrettiklerinden, Müslüman sanatının nazariyatına dair cümle kurmaktan acizdirler.

Bundandır ki, geçmişteki alimlerin, irfan sahiplerinin erişebildiğimiz görüşlerini, bugünün sanatla ilgili sorularına verilecek cevaplarda ilk çıkış noktası olarak paylaşmak ihtiyacındayız. Bu bağlamda geçmişteki yazılarımızda da görüşlerine sıkça atıfta bulunduğumuz İbnü’l-Arabî ile mezkur yürüyüşümüzü südürmek istiyoruz:

Soru: Sanatın sıhhati (sahihliği) neye göre belirlenir?

Cevap: “İş bilgi ve amelle sınırlıdır. Amel ise iki kısma ayrılır: Duyusal ve kalp amelleri. Bilgi ise iki kısımdır: Aklî ve şerî bilgi. Her kısım verilişinde, Allah katında belirlenmiş bir teraziye dayanır. Yükümlü kuldan istenilen ise, adaletle teraziyi kullanması, haddi aşmaması ve hile yapmamasıdır.” (Fütûhât-ı Mekkiyye, çev.: Ekrem Demirli, Litera Yayınları, 10/345)

Soru: Sanat, suret, sanatçı, Yaratıcı ve yaratıcılık ilişkisi nasıl kurulabilir?

Cevap: “Sanat, sanatçısından ancak kendisi hakkındaki bilginin suretini isteyebilir, yoksa zatının suretini değil. Sen Yaratanın sanatısın! Öyleyse senin suretin, O’nun sana dair bilgisiyle örtüşür. (...) Bilmelisin ki, Rabbin karşısında nefsini hangi teraziyle tartarsan tart –ki nefsin nedeniyle gurura kapılmamalısın–, sen altın tartan demir madeni sayılırsın.” (Age. 10/350)

Soru: Sanatçının önemi nedir?

Cevap: “Bilmelisin ki, her bir zamanda bütün mertebelerde gözüken bir kişinin bulunması zorunludur. Bu durum, sanat erbabı ve bütün bilimler için de böyledir.” (Age. 11/52)

Soru: Sanatçının ilham vb. şeylerle ilişkisi nasıldır?

Cevap: “Kalbe ulaştırılması emredilen bir takım şeyler aktarılır. Kalp ise o esnada yaratıkların bilmediği ilahî hikmet nedeniyle, aktarılan şeyleri bilemez. Bu nedenle kendisine aktarılan şey nedeniyle yazan her şahıs, hakkında konuştuğu bahsin bilgisine tam olarak hakim olamaz. Bu nedenle de kendisine aktarılmış şeye göre sıradan –duyan kişinin bilgisi bakımından– başka konuyu da o bahse katar. Fakat bize göre kattığı şey de kesinlikle o konuyla ilgilidir. Fakat bunun böyle olduğunu bir şekilde bizden başka kimse bilemez. Bu durum, ayaklarındaki topallık nedeniyle biraraya gelip uzlaşan güvercin ile karganın durumuna benzer.” (Age., 1/160)

Soru: Hristiyan bir sanatçı temsile / tasvire ihtiyaç duyarken, Müslüman sanatçı bunları neden reddeder?

Cevap: “İsevîler (...) Onların esasları (misal) yolundan soyutlamanın tevhididir. İsa, bir erkek ve bir kadından meydana gelmemiş, ruhun beşer suretinde görünmesinden meydana gelmiştir. Bu nedenle Meryem oğlu İsa ümmetinde, diğer ümmetlerden farklı olarak, sureti benimsemek bulunmuştur. Onlar kiliselerinde müsül (ikonlar, suretler) suretlendirmiş, onlara yönelerek ibadet etmişlerdir. Çünkü peygamberlerinin aslı bir ‘suretlenme’ idi. Böylece bu hakikat, günümüze değin ümmetine nüfuz etmiştir. Muhmmedî şeriat geldiğinde ise, suretleri yasaklamıştır. Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın hakikatini içerdiği gibi, şeriatı da onun şeriatını barındırıyordu. Bu nedenle bize ‘Alah’ı görürcesine ibadet etmeyi’ (ihsan’ı) emredip, Allah’ı bizim için hayale sokmuştur. İşte tasvirin anlamı budur. Şu var ki Muhammedî şeriat bu ümmete Allah’ı algılanabilir bir surette tasvir etmeyi yasaklamıştır.” (Age., 2/187-188)

İbnü’l-Arabî’nin kendi tefekküründen yararlanacaklar için belirlediği kimi esaslardan şu ikisini burada zikretmeliyiz: 1-Yaygıya otur ama yayılma! 2-Naklet ama yağmalama!

İnşallah, bu iki esasa riayet ederek, onun sanat konusundaki görüşlerine zaman zaman sorularımız eşliğinde (ve gerektiğinde şerhine de cüret ederek) döneceğiz.