Bir önceki yazıda sizlere Viktor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabından söz edeceğimi söylemiştim.

Bu kitabı seçmemin bir nedeni var.

Bir ortam düşünün…

Etrafı, askerlerin koruduğu tel örgülerle çevrilmiş olsun…

İçinde insanlara günde sadece birkaç dilim ekmek verildiği bir ortam olsun burası. Dik yürümeyen ya da hasta olanlar, uluorta kafalarından vurulsunlar. Cesetleri herkesin gözleri önünde ateşe verilsin. Hayatta kalanlar, yanmış cesetler arasında çıplak, çelimsiz ve hasta bedenlerini ağır işler için oradan oraya sürüklemek zorunda olsunlar. O insanların yüzlerinden, gözlerinden hayat bütün ışığını alıp gitmiş olsun. Barbarca muameleyle, onur, haysiyet gibi kelimeleri o insanların belleklerinden silmiş olsunlar. O insanlar, gardiyanları tarafından kızmaya, küfredilmeye bile layık görülmesinler. Zamanlarını, her an yakalarına yapışıp, onları ya çalışırken ölecekleri bir fabrikaya ya da gaz odasına götürecek ölümü bekleyerek geçirsinler…

Burası, ikinci dünya savaşında Almanya tarafından kurulan, Auschwitz Toplama Kampıdır…

Alman orduları yenilip, bu kamp ele geçirildiğinde ABD’de televizyonlar, kamptaki korkunç manzarayı şöyle anons ederler: “İnsanoğlunu kardeşlerine bunu da yaptı!” 

İşte Frankl, Yahudi olması dolayısıyla bu kampa yıllarını geçirip hayatta kalmayı başarmış bir insandır. Sadece hayatta kalması değil, yaşayıp gözlemlediklerini psikolojik bir metoda dönüştürerek bununla milyonlarca insana umut ve ilham vermesi onu önemli, hatta çok önemli biri haline getirir.

Frankl, umutsuzluğun bir gölge gibi her bedeni takip ettiği, insanların bütün insani değerlerini  kaybettiği o yerde, çalışmaya götürüldükleri bir gün başından geçenleri şöyle anlatıyor…

“Karanlıkta, yol boyunca, büyük taşlara, tümseklere takılıp tökezliyor, su birikintilerine batıyorduk. Bize eşlik eden gardiyanlar sürekli bağırıyor ve bizi dipçik darbeleriyle yürütüyordu. Ayakları yara olanlar yanındakilere yaslanıyordu. Kolay kolay tek kelime edilmiyordu. Dondurucu soğuk konuşmaya engel oluyordu.”

“SEVGİ EN DERİN ANLAMINI NEREDE BULUR?”

Arkadaşının bir sözüyle Frankl o an, karın içine batıp çıkarken, karısının karşısında olduğunu hayal eder ve şöyle der : O anda insan şiirinin, insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamını kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu… Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için bile olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım.“

Önündeki mahkumlar tökezleyip düşünce, diğerleri de düşerler ve  gardiyanlar düşenleri kamçılamaya başlarlar. Frankl’da kamçılananlardandır. Fakat neredeyse gülümsemektedir. Çünkü o an hayalinde sevdiği insanla yaptığını hayal ettiği konuşma canlanmaktadır. Oysa o an gardiyanlar “Acele edin domuzlar” diye bağırmakta, mahkumları dipçik ve kamçıyla dövmektedirler…

“Karımın hayatta olup olmadığını bilmiyordum ama o anda bu, önemli olmaktan çıkmıştı. Bilmeye ihtiyacım yoktu; sevgimin, düşüncelerimin ve sevgilimin hayalinin gücüne hiçbir şey dokunamazdı. O zaman karımın ölmüş olduğunu biliyor olsaydım, sanırım bundan etkilenmeksizin, kendimi onun hayaline ilişkin düşüncelere kaptırırdım; onunla zihnimde yaptığım konuşmalar, yine canlı ve doyurucu olurdu. “Beni kalbine mühürle, sevgi, ölüm kadar güçlüdür.”

Frankl’a göre “Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin iç benliğinde bulur.”

Yani sevgi iç dünyamızda gelişen ve önce bizi, yani seveni besleyip zenginleştiren bir varoluş biçimidir.

Frankl, korkunç şartların yarattığı travmayı, içindeki sevgiye yoğunlaşarak aşmaya çalışır. Kişisel anlamını, içindeki sevgi ile diri tutar ve kampın oluşturduğu umutsuzlukla zehirlenmekten kurtulup, hayatta kalmayı başarır.

Frankl olağanüstü kötü şartlarda umudunu korumayı başardıysa, bizlerin, bunu başaramaması mümkün mü?

Değil bence…

Fakat, bir umutsuzluk çağında yaşıyoruz. Sabah akşam ölüm istatistikleri üzerinden umutsuzluk ve kötülük pompalanıyor zihnimize. Durağan karantina süreci ile bu umutsuzluk, anlamsızlık, amaçsızlık iyice pekişiyor içimizde. Frankl, şartlar ne olursa olsun güzele, iyiye, geleceğe ve sevgiye, (Sevilen kişi ölmüş olsa bile) sevilen herhangi bir şeye odaklanarak korkunç sınavları bile aşabileceğimizi söylüyor, dahası bunu hayatıyla ortaya koyuyor. 

Bu mesaj, karantinanın psikolojik etkilerinin yayılmaya başladığı, insanların gerginliklerinin had safhaya vardığı şu dönemde özellikle önemli bence…

Aslında ne kadar çok şeye sahip olduğumuzu yeni baştan düşünüp, içimizdeki sevgiyi daha da yeşertip, iyiliğe, sevgiye umudumuzu tazelememiz gerekiyor.

Peki, umut kaybedilirse, insan sevgiye yoğunlaşmazsa ne olur?

Bununla ilgili Frankl bizzat tanık olduğu bir örnek veriyor:  

CESARETİN YİTİRİLMESİNİN ÖLDÜRÜCÜ ETKİSİ…

“Geleceğe, kendi geleceğine, inancını yitiren tutuklunun sonu geliyordu. Geleceğe olan inancını yitirince manevi bağını da yitiriyordu; kendi çöküşüne, ruhsal ve fiziksel çöküşüne göz yumuyordu.

Bir keresinde geleceğe inanışın yitirilişiyle bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum. Oldukça ünlü bir besteci olan F. bir gün bana şunları söyledi: “Garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses, ne sorarsam sorayım, yanıt verebileceğini söyledi. Ne sordum dersin?

Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağını, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istedim.”

“Peki bu rüyayı ne zaman gördün?” diye sordum.

“1945 Şubat’ında” diye yanıtladı. Rüyayı anlattığında Mart başlarıydı.

“Rüyadaki ses ne dedi?”

“30 Mart,”diye fısıldadı saklamak istercesine.  

F., bu rüyayı bana anlattığında hala umut doluydu ve rüyadaki sesin doğru çıkacağına inanıyordu. Ama vaat edilen gün yaklaştıkça kampa ulaşan savaş haberleri, o gün özgür olmamızın pek de olası olmadığını gösteriyordu. 29 Mart günü F., ansızın hastalandı ve ateşi çok yükseldi. Kehanetinin, savaşın ve acıların kendisi için biteceğini söylediği 30 Mart günü hezeyana girdi ve bilincini yitirdi. 31 Mart günü ölmüştü. Dışarıdan bakıldığında ölüm nedeni tifüstü.

Bir insanın ruhsal durumuyla- cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne yakın bir ilişki olduğunun bilenler, umut ve cesaretin birden bire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır.  Arkadaşımın ölümünün nihai nedeni, beklediği özgürlüğün gelmemesi ve ağır bir hayal kırıklığı yaşamasıydı. Bu, vücudunun uykuda olan tifüs salgınına karşı direncini birdenbire düşürmüştü. Geleceğe olan inancı ve yaşama istemi felce uğramış ve bedeni hastalığa yenik düşmüştü; böylece rüyasındaki ses haklı çıkmıştı.”

1944’ ün son haftasıyla 1945’in ilk günleri arasındaki Noel döneminde kamptaki ölüm oranı öncekilerin çok ötesinde artı gösterir. Frankl’a göre bu artışın nedeni, ağır çalışma şartları, salgın hastalık, yiyecek sıkıntısı değildi. Bunun nedeni tutukluların çoğunun yılbaşına kadar tekrar evlerinde olacaklarına dair safça bir umutla yaşamış olmalarındaydı. Bu olmadığında tüm dirençlerini yitirmişlerdi. Frankl, Nietzsche’nin şu sözünün ruh sağlığı çabalarına yol gösterici olduğunu söyler: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir.”

Yaşamak için bir değil, binlerce nedenimiz var öyle değil mi?

Sevicez, sevilicez, sevindiricez, iyilik yapıcaz, iyilik de yarışıcaz…

Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma, kedi, köpek, dağ, ağaç, ot demeden yaratılmış her şeye faydalı olmak için uğraşıcaz. İyilik için uğraştıkça, içimizdeki sevgi ve umut büyüyecek… Büyüyen sevgi, maddi ve manevi, bizi dünyanın tüm virüslerine karşı da koruyacak…

Ne diyordu Yazar: “Sevgi, ölüm kadar güçlüdür.”

Ben de, diyorum ki: “Sevgi ölümden de güçlüdür.”

Frankl, kitabında gerçekten çok çarpıcı, hafızalara kazınacak örneklere yer veriyor. Örnekler sert ve irkiltici evet ama arka planında hayata derinden bir bağlılık kolayca fark ediliyor. O yüzden iç karartıcı değil; insana sahip olduğu ve doğru kullandığında ona güçlükleri aşma azmi verecek potansiyelini hatırlattığı için, ferahlatıcı… Özellikle şu günlerde okunmasını tavsiye ederim…