Yeni bir uyanışın ihtişamlı törenini bekliyor şehir. Gökyüzü bir sürpriz hazırlıyor olmalı. Bu kadar bulut dansının ardından güneşi tebessümle karşılayan, güne umutla başlayan ve ruhunu zamanın rengine katan herkese bir selam borçluyum. Yazmaktan çok okumayı, konuşmaktan çok susmayı, anmaktan çok anlamayı tercih ediyorum bu aralar. İnsana ikram edilen kelimeler israf edilmeyi hak etmiyor değil mi? Ya da şöyle mi demeliyim; eylemleriyle söylemleri çelişen, değerlerini giderek tüketen insan kendi kendini israf ediyorken kelimeleri israf etmiş çok mu?

Karanlıkta uyanmak istemeyen çocuklar, annelerinin ellerinden tutup yürürken okul yolunda, hayatın anlamını sorgulamaya başlıyorlar aslında. Onlara göre daha tecrübeli olan büyükler ise sorgulama alışkanlıklarını giderek azaltıyor. Tek tip düşünce yapılarının sistemli bir robota dönüştürdüğü ekranlara bağımlı nesiller, uyuyan kitleleri uyandırmayı kendilerine ödev bilmeliler. Uyanmak, güneşi karşılamak, yaşadığına teşekkür etmek, zamana değer katmak insana özgün eylemler iken hep daha fazla uyumayı, hep daha fazla konuşmayı ve daha az insan olmayı tercih ediyor modern insan..

Aylar önce astığım yerden alıp giyerken kışlık montları, ceplerinde unuttuğum notlara rastlıyorum. Bir çay ocağında yazdığım yarım kalmış cümleleri tamamlama ihtiyacı hissettiğim anda simit kokusuna sığınıyor kelimelerim..

Hiç gitmediğim şehirlerde yıllar öncesinden tanıdığım bir dostla konuşur gibi yazıyorum. Ruhumu işgal eden dünyalıklardan kaçıyorum belki de. Ansızın soğuyan havaların suretlere yansıdığı zamanlarda içten bir tebessüm arıyorum..

Çayı şekersiz içtiğimi gören garson, “abime bir masrafsız çay daha verelim” diyor. Kırmızı desenli bardak altlıklarında biriken çayı tatlı bir öfkeyle yere döken emekli memur görünümlü, kravatlı amcayla göz göze geliyoruz. Bir yandan zihnini meşgul eden düşünceler gibi dağılmış susamları parmaklarıyla bir araya getiriyor. Sabahı bir simitçi köşesinde karşılamak onun için de iyi bir fikir olmalı. Onların hayata ciddiyetle bakan, disiplinli ve özsaygılı yönünü takdir ediyorum. Zira kaldırımlar artık konuşmasıyla, davranışlarıyla bir İstanbul beyefendisi olan zarif adamlar yerine güce tapan güçsüzü ezen, sözü kirleten sesi artıran, mafya tipi beşer türleriyle dolu. Analitik düşünmek, insana ırkların, dinlerin, cinsiyetlerin ötesinden bakmak, değer üretmek, her yerde ve herkese karşı iyiliği savunmak yerine şiddeti yaygınlaştırmak, ötekini susturmak, tek tip düşünmek daha çok karşılık bulur hale geldi. Suç makinesine dönüşmüş birinin canı birilerini öldürmek istiyor ve annesinin çorba yapıp beklediği bir kadını evine girmeden, kalbinden bıçaklayarak öldürüyor! Diğer tarafta aile üyeleri tarafından yıllarca istismar edilen birinin yaşadığı travmalar sonucu intihar ettiğini görüyoruz! Gündüz kuşağı programları, genetik testler sonucu hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocukların babasının kim olduğunu soruyor. Nefreti gözlük yerine kullanan kalabalıklar, kendi kutuplarını koruyabilmek adına nice ilkesizliklere, nice adaletsizliklere imza atarken yarınların inşası adına kaygılarımız artıyor. Baba anneye, anne çocuğa öfke yansıtıyor. İntiharlar.. Yokluğun gizli özne olduğu her hikaye sessiz ölümlerle bitiyor. Gerçeğin acıtan yanıyla yüzleşmek yerine konforlarından taviz vermemeyi tercih eden paranın, varlığın mutluluk getireceğini zanneden kalabalıklar bir yetimin gülüşüne sebep olabilmenin içimizde nice çiçekler açtıracağını henüz fark etmemiş olmalılar..

Kolektif bir şizofreni yaşayan kitlelerin arka planında insanın eksikliğini yaşadığı duyguları tamamlanma arayışı ve kuşaktan kuşağa yansıtılan bir kötülük endüstrisiyle karşılaşıyorsunuz. Yetimhanede şiddet görerek büyüyen biri yıllar sonra bir cinayet zanlısına dönüşebiliyor. İstismar, hak ihlali, özel yaşamın ifşası, yaşama özgürlüğüne tahakküm gibi duygu ve düşünceleri etkileyen her eylem bu etkiyi tepkiye dönüştürecek bir şiddet sarmalının habercisidir. Bu toplumsal cinnet halinin medyada sürekli propaganda malzemesine dönüşmesi kötülüğü normalleştirmekle kalmayıp onu bir görünme, dikkat çekme, fark edilme aracı haline getiriyor. Ve cevap vermeye cesaret edemiyorum bazı sorulara. Bu kalabalık şehirlerde ruhunun sesini duyamayan, zamanın bütün dayatmalarına ayak uyduramayan, kendiyle baş başa kalıp eksik kalan yanlarıyla yüzleşemeyen insanı, nedir kendinden bu kadar uzaklaştıran?

Biliyoruz ki her kavramın gönül dünyamızda bir karşılığı var. Tasavvurlarımız bizi bir yerlere götürüyor. Fakat bazen yeni düşüncelere yol almak, fikir tekâmülü göstermek yerine olduğumuz yerde kalıyoruz. Sonra o düşünceler kendilerine en yakın hissettikleri eylemleri de yanlarına alıp kendimizden çok başka hayatlara müdahil olmamıza sebep oluyor. Örneğin başkalarının bizim gibi düşünmemesi canımızı sıkabiliyor. Farklı renklerle uyum sağlayamıyoruz. Konuşurken her şey yolundaymış gibi görünüyor fakat içten içe başka hayatların yargıcı olma fikri içimizde egemenlik ilan ediyor. Kendi doğrusunda radikalleşen, hakikati adının yanına yazıp sahiplenen bir bakış farklı olan her şeye ‘proje’ gözüyle bakmaya başlıyor. Güçlü olmak haklı olma yanılsamasını, ötekine tahammülsüzlük de şiddeti beraberinde getiriyor. Dış güçler edebiyatıyla bir araya getirdiği mutlak doğrularını korumak, kazanımlarını kaybetmemek, içindeki adil düzenle yüzleşmemek uğruna tüketmediği değer kalmadığı gibi, ‘hedefe ulaşmak uğruna her yol mübah’ kolaycılığına düşüyor. İlkeli olmak diyorum; açtığım parantezi de yanına alıp açılıyor uzak denizlere doğru.. 

İşte bahsi geçen bu prototip, politik düzlemde yetkilerle donatılınca, üstelik teolojik birtakım imgelerle süslendiğinde  insan merkezli toplum yerine devlet merkezli toplumla karşılaşıyoruz. Devlet insan için var olmalı değil mi? Peki neden insan araca dönüşür, bütün kurallar, kanunlar, insana yaptırımlar devletin bekâsı içindir? Kadına şiddete karşı olan kadınlar bir araya gelip şarkı söylüyor ve polis şiddetiyle karşılaşıyorlar. Hayatı boyunca barış karşıtı olmuş isimlere nobel ödülü verilebiliyor. Bu sırada bizler de “bu ne yaman çelişki anne” diye soran şarkıya eşlik etmeliyiz sanırım. Söylemlerinizi yüksek sesle ifade etmiyorsanız bir karşılığı olmuyor. Düşünmek, yazmak, öğrenmek, felsefe yapmak gereksiz görülüyor. Çok konuşmakla haklılığını ispat edeceğini zannediyor insan bazen. Oysa ki sözün kalitesini artırmalıydık sesin değil.. Şiddet, istismar, cinayet ve intihar rakamları giderek yükselirken merhametsizliği yaşam tarzı haline getirmiş, öldürmeyi meslek edinmiş bir anlayışla nasıl mücadele edeceğimiz, son dönemde yaşanan trajik olaylara karşı çözüm önerimiz konusunda somut adımlara ihtiyaçlar var. Zira insanlığı yüceltmek, yarınlara yaşanabilir hayatlar miras bırakmak için önce insanı yaşatmak zorundayız..

Biyolojik bir döngünün parçası olarak var olmak mıdır insanı değerli hale getiren, yoksa bedenin ruhu da olduğunu, akleden kalbin bize verilen en büyük armağan olduğunu bilerek yaşamak mı? İnsan beyninin yüzde doksanının duygu, düşünce ve davranış işlemlediğini, beş duyu ile ilgili işlemlerin ise beynin sadece yüzde onunu meşgul ettiğini biliyoruz. “Şüphesiz bu (vahiy) kalbi olan kimseler için bir uyarıdır” (Kaf 50/37) ayetini her okuduğumda elimi kalbime götürüyorum. İşte bütün bu patolojik üçüncü sayfa haberlerini önlemenin şiddet toplumundan merhamet toplumuna hicret etmenin yolu bir kalbimiz olduğunu hatırlamaktan geçiyor. Her eylemin arkasına bir bilinç koyabilmek, her farklılığı güzellik olarak görmek, her ânı geri gelmeyeceğini bilerek yaşamak, herkese yarın kaybedecek gibi değer vermek ne mühim..

Bazı cümlelerle karşılaştığınızda sancısını çektiğiniz, bir türlü bulamadığınız kelimeleri bulmuş gibi hissedersiniz. Şükrü Erbaş’ın şu sözlerini bir kağıda yazıp başka mevsimleri bekleyen ceketlerin cebine koymak yerine simitçi masasına bırakıyorum ki incelik ve zerâfet bir kez daha galip gelsin:

“Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar. 

İncelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti. 

Şiddetin coğrafyasında elbette gökyüzü bir lükstü ve ancak yağmur yağınca anımsanıyordu..

Gittiği en büyük uzaklık evinden işi olanlara, ne aşk, ne özgürlük, ne barış anlatılabilirdi..”

Kalbini ve ruhunu ihmal etme ey insan.

Sen ki en güzel biçimde yaratıldın. 

Sen olmasan da sıradan bir şekilde devam ederdi hayat. Varlığın soylu bir yaşanmışlığın, kadim bilgeliğin ve anlamlı bir öykünün öznesi olsun. Yokluğun hiçbir şeyi değiştirmeyecek, sen hiç değişmeyeceksen, varlığının ne anlamı var?

“Kötülüğü en güzel iyilikle uzaklaştır” (41/34) 

Ve asla tüketme kendini, değerlerini, umutlarını..