İslam öncesi Arap toplumunda şiir, tek başına ilim demekti. Bu nedenle Allah, Kur’an’ı vahyederken, “Biz peygambere şiir öğretmedik” (Yasin, 36:69) diyerek vahiy (ve ona tabi bir form olarak hadisler) ile şiirin arasını, herhangi bir tevile, zeyle ihtiyaç bırakmayacak bir şekilde ayırdı.

İlâhîliği ve apaçıklığı nedeniyle Müslümanların tereddütsüz benimsediği bu bilgi, şiiri ortadan kaldırmıyor, bilakis onu asıl gerçekliğine yerleştiriyordu. Zira, ilâhî kelâm (Kur’an), zikrettiğimiz ayette de yer aldığı şekilde, hak ve hakikati açıklayandı. Şiir ise, İbnü’l-Arabî’nin kelimeleriyle, “Şuur kökünden” geliyordu ve “onun tam aksine, tafsil ve açıklamayla değil, icmal ve özetlemeyle” ilgiliydi.

Dolayısıyla şiir, Müslüman dünyada, zikrettiğimiz gerçekliğiyle, İslam’dan sonra da asla vahiy olmayan ama hakikate eriştiren etkili başka bir araç olarak hükmünü sürdürmüştür.

Bu bakımdan, Heidegger’in Sanat Eserinin Kökeni’nde, abartılı bir yükseltişle ayaklarını yerden keserek, sanatta şiire yüklediği büyük değer, Müslümanlar için bir sürpriz oluşturmadı. Zira, sürekli olma özelliğine sahip bulunan ilâhî feyzin ve müjdelerin zarfı olarak şiirin, gökten inmese de bir şekilde göğe iliştiği (gökselleştiği) oldum olası bilinmiş ve benimsenmiş bir durumdu.

Ancak bu durum, şiirin, Müslüman dünyada, önce modern zamanlardaki yeni yüksek anlatım formlarını, kendi kanatları altına alarak edebiyatlaşmasıyla ve giderek (roman başta gelmek üzere) sair anlatım formlarının onu da sıradan bir forma dönüştürecek şekilde öne geçmesiyle, bizim şu zamanımızda mülemmalı hatta ziyadesiyle sorunlu bir sonuca evrildi.

Şiir, o günden bugüne yaygınlığından ve dolayısıyla popülerliğinden hiç bir şey kaybetmedi elbette ama neticede, edebiyat türlerinden bir tür olmakla, yukarıda zikrettiğimiz gerçekliğini, edebiyatın yeni gerçekliğine feda ederek sıradanlaştı ve dolayısıyla hakikate eriştiren araç olma özelliğinin de aşınmasıyla, etkili söz söyleme gösterisine dönüştü.

İşte şimdi, tam da bu nedenle Heidegger’in sanatta şiire yüklediği değere (bir Batılı’yı referans göstermenin dayanılmaz hafifliğiyle) itibar ve hatta ona yaslanarak kendi asil gerçekliğini şiire yeniden tevdi etmenin bir yolunu (tersinden de olsa) yeniden aramaya başladık.

Zemini kaymış bir anlamı yerine iade edebilmenin ilk yolu, herhalde ilgili tanımların, önceki muhtevalarıyla teyidinden / tekidinden, algıların ve anlayışların değişmesine bağlı olarak bu mümkün olmuyorsa yeni bir muhtevaya oturtulmalarından geçiyor olsa gerektir.

Örneğin, önce şiiri edebiyattan, edebiyatı da yazından ayırmak gibi...

Edebiyat, kökü Arapça (edb) olan ama manasını Osmanlı Türkçesi’nde bulan bir kelimedir.

Okyanus Sözlüğü bu kelimenin ilk anlamını, “Duygu, düşünce ve hayallerin söz ve yazı ile, güzel ve etkili bir biçimde anlatılması sanatı” olarak açıklamış.

Elifbadan Alfabeye geçişimizle birlikte, kök bağı nedeniyle İslami bir zihniyeti ve Müslümanlara mahsus bir kültürü temsil ettiği için edebiyat da bir tilciğe kurban edilmek istendiğinden, onun yerine “yazın” kelimesi uydurulmuş.

Diğer kullanımlarındaki sinameki duruşu da bir yana, önce sözlükler itibar etmemişler bu kelimeye. Örneğin yine Okyanus Sözlüğü, edebiyat kelimesiyle ilişkilendirerek ona şu kadarcık bir anlam yüklemiş: “Yazın türleri dili.”

Bu durumda, “tilciktir” diyerek yazın’a muhalefet etmek yerine, şer gördüğümüz şeyde hayır da olabilir hükmünden güç alarak, yazın kelimesini söz konusu tanım ihtiyacını gidermede bir binek olarak kullanabiliriz.

Böylece, Mete Çamdereli’nin, aynı zamanda zikrettiğimiz konuda erken bir uyanışın ifadesi olan “Yazın, yazıya dair olan her şeydir, edebiyat da edebiyatçıların işidir” sözünün kılavuzluğunda, “Şiir şairin, edebiyat edebiyatçının, yazın da eli kalem tutan herkesin işidir” sözünü tesis edebiliriz.

Konuya bu noktadan baktığımızda, şiire asaletinin ve biricikliğinin yeniden iadesi tahtında, yazın tilciğini sineye çekmemiz, onu pratik bir ihtiyacın (eli kalem tutan herkesin yazma ihtiyacının) gereği şeklinde algılamamız mümkündür.

Yine bu yolla, nesir / düzyazı tanımı altında topladığımız hikaye, roman, anlatı, deneme vb. türleri, edebiyat ortak adında toplamamız ve dolayısıyla, sebze hali ifadesine denk bir söyleyişle mevcut kitap pazarının şartlarına tabi olarak, gittikçe sığlaşan / sıradanlaşan mezkur türlerin yazın tanımıyla geçişliğinine imkan sağlamamız da mümkündür.

Hatta bu imkanın sahasına, şiir ile yazın arasındaki geçişlilik de dahil edilebilir. Zira, yüksek anlatım formu olarak nitelediğimiz ve bu esasta sabit olmasına özen gösterdiğimiz şiir ile şiirsel metinleri, şiirimsi söz ifrazatlarını birbirlerinden hassaten ayırmak zorundayız.

Ne de olsa, yaşayan her beş ferdinden altısının kendisini şair saydığı bir ülkede yaşıyoruz.