Ekberî ekolün en önemli temsilcilerinden biri olan Saîdüddin el-Ferganî, Müntehâ’l-Medârik’inde (ki, İbnü’l-Fârız’ın Kaside-i Tâiyye’sinin şerhidir; çev.: Mustafa Yalçınkaya, Litera Yay., İst. 2018), birinci beyti açıklarken, ehlullaha gelen tecellileri, fiilî, ismî ve zâtî olarak üçe ayırdıktan sonra, bu üç kısımdan her birinin başka yollarının, iniş yerlerinin ve mertebelerinin olduğunu, mezkur genişlik nedeniyle bunların ayrıntılarıyla açıklanamayacağını belirtir.

Bir önceki yazımızda, İbnü’l-Arabî’nin kullandığı terimlere ve nispetlere yaslanmakla izhar ettiğimiz söz konusu güçlüğün, mevcut şiirin emeli ve ameli bakımından bir sorun oluşturmadığı ise aşikardır.

Zira modern şairlere göre, o güçlüğü doğuran dil ve idrak artık esatir olmuştur.

Şiir bahsinde işin aslı ise, bu sorunsuzluğun doğruduğu sorundur.

Şöyle ki, kendisinin bir sahibi (yaratıcısı) olduğunu gözet(e)meyen şair için, şiirine gereken kelime, esin (iham değil, esmek’ten esin)... meçhul bir kaynak tarafından (ya da tesadüfen) herkesin kullanımına sunulmuş olarak, kendisinin de sahiplenmeye tenezzül ettiği şeylerdir. Güya bu tenezzülüdür ki, modern şairi herkesten ayırmakta ve dolayısıyla kelimelere özel bir görünürlük kazandırması nedeniyle onu peşinen şair kılmaktadır.

Biz bu manada bulandırılmış suyu daha baştan kesmek için, şiirin asliyetine (ilim niteliğine) uygun olarak müstakil hale getirilmesini, edebiyatın edebiyatçıya, yazın’ın da eli kalem tutanların yazışlarına hasredilmesi gerektiğini ifade etmiştik.

Şimdi, şair ve şiir vasıflarının malum kazanımı üzerinden şu ayrımı da talep edebiliriz: Şiirin asliyetinden olmayan ancak modern edebiyat ilgisi içinde yer edinebilen mezkur vasfın şiire / şaire değil, şiir-perdâzlık (şiirsel lafazanlık) olarak edebiyata dahil edilmesi!

Şiir-perdâzlıktan kastımız, şiircilik hakkında halk dilindeki ilgili deyimlerde, tekerlemelerde kastedilenlerin aynısıdır. Bu bağlamda halk irfanınca üretilen ayrım kendiliğinden geçerlidir çünkü, doğal açıklığı halkın beyanına delil olduğundan, ilgili deyim ve tekerlemelerin geçerliliği konusunda ayrıca bir delil gerekmez.

Yukarıda dile getirdiğimiz “bulandırılmış suyu başından kesme” niyetimizin fundamental meylinden doğan bu sert ayrımımızı (şiir-perdâzlığını da mevcut şiir dergilerine havale ederek), İbnü’l-Arabî’nin önceki yazmızda alıntıladığımız yaklaşımına tekrar yaslanmak suretiyle şu şekilde yumuşatabiliriz:

Rabbimizin ihsanı, güneşin aydınlatması gibi geneldir. Güneşin aydınlatması, nasıl ki bir mahalin boyututla, eğimiyle, açıklığıyla, kapalılığıyla... doğru orantlıysa, ihsanın insana erişimi de onun istidadıyla doğru orantılıdır.

Bundan hareketle ihsanı ve Saîdüddin el-Ferganî’nin “ehlullaha gelen tecelli”sini şiir diye okuduğumuzda, şairin şiire ve ona mahsus tecelliye açıklığını, genel olandan hak edebildiğince -özel- bir nasiplenme olarak çerçeveleyebiliriz.

Ki, bu nasiplenmede, şairin kendi istidadının sınırından başka bir sınırın olmamasını ise, şiir-perdâzın, şiiri bu yolla talep edebilme gayretine yorarak, onu şiir ilminin dışının içine çekebilir ve bunu aynı zamanda, şiir-perdâzlıkla da olsa, kendini tanıma arzusu olarak nitleyebiliriz.

Geldiğimiz bu noktada bize şu eleştiri yöneltilebilir: “Şiiri Allah katında gösterek ona ilahi bir değer yüklemiş, hatta onu kutsileştirmiş olmuyor musunuz?”

Yukarıdan beridir, şiirden kastımızın, duyular yoluyla sağlanan şiir idrakinin (algısının / anlamının) fevkinde bir şiir olduğu açıktır ki, konuyla ilgili olarak daha ilk cümlemize nakşettiğimiz ledünnî bilgi, feyz, feth, ilham, sezgi, hayal, akıl, fikir, ilahi müjde... terimleriyle, bunlara şimdi ekleyebileceğimiz ihsan, tecelli, telvin, vecd... vb. terimlerin, vahye (şeriata) konu olmayan bilgiyi edinme yollarından biri olarak şiiri, duyusal algının berisine taşımamız da doğaldır.

Hadi tasavvufî terimleri geçip, mezkur soruya, materyalist bir fenomenologun kelimeleriyle yaklaşalım:

“Sözcüğün anlamı nesneye dair belli sayıdaki fiziksel karakterden oluşmaz, her şeyden önce insan deneyiminde sözcüğün aldığı görünümdür anlam, örneğin bu sert, ufalanan ve eriyen tanelerin bu şekilde gökten yağması karşısında geçirdiğim şaşkınlıktır. İnsani olanla olmayan arasında bir karşılaşmadır, dünyanın belli bir davranışı gibidir, onun stilindeki bir değişikliktir; anlamın ve seslendirilen sözcüğün genelliği kavramın genelliği değil, tipik olarak dünyanın genelliğidir. Demek ki dil pekâlâ dilin bilincini önceden varsayar, konuşan dünyayı sarıp sarmalayan bilincin sessizliğini varsayar ve sözcükler öncelikle bu sessizlikte bir anlama ve konfigürasyona kavuşurlar.” (Maurice Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi, çev.: Emine Sarıkartal –

Eylem Hacımuratoğlu, İthaki Yay., İst., 2016)

Buradaki “gökten yağma, bilincin sessizliği, sessizlikteki anlam, dünyanın davranışı” vurgularından hareketle, Müslüman olmayanların şiirle ilişkilerini de şimdilik paranteze alarak, artık şunu söyleyebiliriz:

Şiir, muvahhidlerin işidir. Şiirle ilahi bilgiyi, bu sayede kendini ve kendilik bilgisi üzerinden Rabbini bilmeyi isteyenler ancak talep edebilir.

Bunun dışındaki şiir gayreti, sadece şiir-perdâzlıktır.

Buna imkan tanıyan edebiyat ise, oyun ve eğlenceden ibaret olsa gerektir.