“Yahudi ırkının dağılmış olduğu tüm diyarlara bir mesaj göndermemiz isabetli olur!”

Dışişleri Bakanlığı 2 Kasım 1917 Saygıdeğer Lord Rotschild, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım. “Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dinî haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır.” Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonu’nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım. Saygılarımla Arthur James Balfour 1902-1906 yılları arasında Muhafazakâr Parti hükümetinin başında bulunan ve savaş zamanındaki koalisyonlarda da Dışişleri Bakanlığı yapan Balfour, 1917 tarihli bu deklarasyonu, politik kariyerinin en önemli hizmeti olarak kabul ettiğini saklamadı. 1906’da İngiliz Siyonizmi’nin lideri Chaim Weizmann’la tanışmış ve o tarihten itibaren de Yahudi ulusal hareketine ilgi duymaya başlamıştı. Bildirisinde, Filistin’deki Yahudi olmayan topluluklarının haklarının güvence altına alınması koşuluyla, söz konusu topraklarda bir Yahudi devleti kurulmasına İngiltere’nin yeşil ışık yakacağına işaret ediyordu. Bildirisi, Milletler Cemiyeti tarafından Filistin’e uygulanan mandanın da dayanağını oluşturacaktı. Filistin üzerindeki İngiliz Mandası, Milletler Cemiyeti tarafından 24 Temmuz 1922 tarihinde tanındı. Akabinde Filistin’e yoğun bir Yahudi göçü başladı. I. Dünya Savaşı sonunda 70 bin civarında olan Yahudi nüfusu, manda idaresini takip eden 10 yıl içerisinde yaklaşık 110 bine çıktı. Bu sayı, bölgedeki toplam nüfusun % 17’sine tekabül ediyordu. Oysa 1923’te Yahudiler tüm nüfusun sadece % 11’ini oluşturuyorlardı. İngiliz yönetimi de Yahudi göçünü destekliyordu. Hitler’in Almanya’da Yahudilere karşı uyguladığı terör, bölgeye yönelik göçü hızlandırdı. Sonuçta Filistin’i mandası altında bulunduran İngiltere ve ardından ABD’nin de desteğiyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kuruldu. Şüphesiz ki tüm bu süreçte Balfour’un katkısı inkâr edilemezdi. Öyle ki, 1922’de Lord Islington, Britanya’nın mandayı kabul etmesine şiddetle tepki gösterdiğinde, Balfour bir kez daha sahneye çıkıyor, Lordlar Kamarası’nda yaptığı şu tarihî konuşmayla bir kez daha Yahudilere olan desteğini deklare ediyor ve İsrail devletine giden yolun önünü biraz daha açıyordu. 

“Aziz dostum (Manda’ya itiraz eden Lord Islington’ı kastediyor) konuşmasında Yahudiler aleyhine hiçbir önyargı beslemediğini söyledi. Ben de kesinlikle kendisine inanıyorum. Ben de aynı şekilde düşündüğümü, yani kendilerine karşı hiçbir önyargım olmadığını söyleyebilirim. Ama konumlarının ve tarihlerinin, dünya dini ve dünya siyasetiyle bağlantılarının bir eşi benzeri daha yok. İnsanlık tarihinin başka hiçbir alanında da buna benzer ya da benzer olmaya yaklaşan bir şey yok. Karşımızda, başlangıçta küçük bir ülkede, en iyi ihtimalle Galler ya da Belçika büyüklüğünde bir toprakta, ya da her durumda bunlara yakın büyüklükte bir ülkede yaşayan küçük bir ırk var.

Tarihlerinin hiçbir anında, ‘maddî güç’ olarak isimlendirebileceğimiz bir konuma gelememişler. Bazen büyük doğu krallıkları arasında kalıp ezilmiş ya da sürgün edilip dört bir yana dağıtılmışlar. Sonunda da, bu ülkeden tümüyle kovularak dünyanın her yanına dağılmış ama yine de, başka hiçbir yerde benzerine şahit olamadığımız biçimde dinsel ve etnik geleneklerini muhafaza etmişler. Bu, tek başına yeterince önemli bir şeydir ama bir de uzun yüzyıllar boyunca bunlara nasıl davranıldığını düşünün. Bunu düşünmek hoş değil, ama unutmak da mümkün değil.

Dünyanın bazı yerlerinde, benim bu konuşmayı yaptığım saate ve dakikaya kadar uzanan yüzyıllar boyunca gördükleri muameleyi; nasıl zulme ve baskılara uğradıklarını; bütün bir Avrupa kültürünün, Avrupa’daki bütün bir dinsel örgütlenmenin, bu ırka karşı işlenen büyük suçlarda zaman zaman sorumluluğu olup olmadığını düşünün. Bu ırkın bazı mensuplarının, kendilerine bu kadar çok kötü niyet beslenmesi için fırsat sağlamış olabileceği fikrini kesinlikle anlıyorum, hiç kuşkusuz sağlamışlardır da. Bu şekilde davranılan insanlar başka ne yapardı, onu da bilemiyorum. Eğer bu konu üzerinde duracaksanız, onların dünyadaki entelektüel, sanatsal, felsefî ve bilimsel gelişmelerde oynadığı rolü de unutmayın. Ekonomik alandaki enerjilerinden bahsetmeye gerek bile yok. Çünkü zaten Hıristiyanların dikkatini hep bu özellikleriyle çekmişlerdir.

Saygıdeğer Lordlar!

Sizden yaptıklarının diğer yönünü de düşünmenizi istiyorum. Elini vicdanına koyarak konuşan hiç kimse –ve inanın yapabileceğimden çok daha ölçülü ifade ediyorum bunu- bilimsel, entelektüel ve sanatsal ilerleme sandalında onların tüm güçleriyle küreklere asıldığını ve bugün de halen kürek çekmekte olduklarını inkâr edemez. Onları her üniversitede, her öğrenim merkezinde bulabilirsiniz. Zulüm gördükleri zamanlarda da –ki her durumda bir bölümü de kilise eliyle zulüm görmekteydi- filozofları, büyük kilise ile birlikte kendi dinî inanışlarına paralel düşünceler geliştirmekteydi. Ortaçağ’da bu nasıl olmuşsa, daha eski çağlarda nasıl olmuşsa, bugün de öyle oluyor. Bütün bu anlattıklarıma karşın, aramızda Yahudilerin durumundan memnun olan kimse var mı? Onlar, ırklarının bu olağanüstü direnme gücü sayesinde bu sürekliliği korumayı başarmış, üstelik bunu bir Yahudi Yurdu’na sahip olmadan yapmışlardır. Sonuç ne olmuştur? Kamu yaşantısına karıştıkları her uygarlıkta, birer ‘asalak’ olarak nitelendirilmişler. Kusura bakmayın ama zaman zaman ‘çok yararlı birer asalak’ olduklarını söyleme cüretini göstereceğim. Ama yine de siz saygıdeğer lordlar, yaptığı bütün hataların farkında olmayan Hıristiyan âleminin, bu ırka, baskıdan uzak olacakları bir yurtta, başkalarını incitmeden kendi kültürlerini kurup kuramayacaklarını göstermeleri için bir şans tanımasını düşünmüyorsunuz.

Oysa şu kadarını söylemek yeterli: Eğer yapabilirsek yapacağız. Ve eğer yapabilirsek, acaba Yahudi ırkını yurttaşları oldukları ülkelerde dostça ve etkili bir şekilde bağrımıza basmakla, uygarlığımız üzerindeki eski bir lekeyi temizleme yolunda somut bir adım atmış olmaz mıyız?

O zaman, onlara diğer bütün ulusların elinde bulundurduğu bir şeyi vermiş olacağız; tümüyle kendilerine özgü kültürü ve gelenekleri geliştirebilecekleri bir yer, yerel bir yaşama ortamı. Filistin Mandası’yla ilgili bu planı, olabilecek en maddîyatçı ekonomik bakış açısından savunabilirim. Savunmayı denedim de. Umarım başarısız olmamışımdır. Üstelik bu bakış açısından savunulabilir bir şeydir bu plan. Mevcut nüfusu temel alan bakış açısından savunmayı da denedim. Umarım onların zenginliğinin de sıkı sıkıya Siyonizm’in başarısına bağlı olduğunu tatmin edici bir şekilde gösterdim. Ama bu iki öneriyi savunabilmek için elimden geleni yaptıktan sonra, bunlardan başka ve bunların ötesinde bir büyük ideal bulunduğunu kesin bir şekilde ifade etmek için yeteneğimi sonuna kadar kullanmadan yerime oturursam, düşüncelerimi siz saygıdeğer lordlara yeterince anlatamamış olduğuma inanacağım. İnanıyorum ki, benim gibi düşünenlerin de böyle büyük bir ideali ve onu gerçekleştirecek güçleri vardır. Bu yolda başarısız da olunabilir.

Bunun bir macera olduğunu inkâr etmiyorum. Hiç mi maceraya atılmadık? Hiç mi yeni deneylere kalkışmadık?

Siz saygıdeğer lordların, hayal gücüne ulaşmayan sığlıklarda kalmayacağını, bu macera ile bu deneyi haklı kılan bir dava varsa, bunu göreceğinizi umuyorum. Hiç kuşku yok ki, Yahudi ırkının dağılmış olduğu tüm diyarlara bir mesaj göndermemiz isabetli olur. Bu mesajda, Hıristiyan âleminin onların inancına kayıtsız olmadığı; dünyanın büyük dinlerine, hepsinden çok da saygıdeğer Lordlar Kamarası’ndakilerin çoğunun inanmış olduğu dine verdikleri hizmeti takdir ettiği anlatılmalı ve koşullar gereği bugüne kadar ancak onların dilini bilmeyen, onların ırkına mensup olmayan ülkelerde meyve verebilmiş o büyük yeteneklerini İngiliz yönetimi altında, barış ve huzur içinde geliştirme fırsatı bulmaları için elimizden geleni yapma arzusunda olduğumuz ifade edilmelidir. İşte benim gerçekleştiğini görmek istediğim ideal de, savunmaya çalıştığım politikanın temelindeki amaç da, beni en derinden etkileyen durum da budur.”

Temmuz 1922