.../ Tefekkür Yazıları


Kalbimin ırmakları tükenmeden, akşamı karşılamaya hazırlanan şehir çiçekli elbiseler giymeden, son vapur son şarkısına başlamadan gitmeliyim.. Bana bir ‘ben’ armağan eden o kapıdan içeri girip tükenen ömrümün yarım kalan duygularını, sebepsiz hüzünlerimi, anlamsız adımlarımı, günahlarımı yanıma alıp ‘af’ diye diye yürümeliyim o hakikat yolunda..

O yolda yürümeliyiz sevgili dost. Uçacağı mevsimi ve zamanı bilmeyen bir kuşun aklından geçen bütün yollar nereye çıkar? Ya da nedir yıllar sonra sahibini görünce sarılan, onu bütün ruhuyla kuşatan bir köpeğin içindeki huzur? Her sabah büyük bir zerâfet ve güzellikle güneşe yönelen, aydınlığa râm olan bir çiçeğin aradığı o yol, bize de uğrar mı..?

Bütün bu sahte gündemlerden, manşetlerden, rakamlardan, samimiyetsiz yüzlerden, reklamlardan, bankalardan, trafikten, popülizmden ve içimizdeki insanın insan kalmasını engelleyen her şeyden uzaklaşmak istiyoruz değil mi? Hep bir kaçışın ve arayışın öznesi gibi görüyoruz kendimizi. Yanlış giden her şeyi daha çok konuşuyor fakat çözüm üretmeyi, harekete geçmeyi sürekli erteliyoruz. Başka hayatları yaşamaya o kadar meraklıyız ki kendi hayatımızı yaşamak ve aynalara bakıp kendimizle yüzleşmek için vakit bulamıyoruz. Bunları düşünürken yürüyorum, her gün farklı yollar deneyerek, her akşam farklı hikayelerin içinden geçerek..

Tefekkür yürüyüşlerinin ruhuma bir yağmur gibi merhametli ellerle dokunuşu, teşekküre doğru uzayan bir yolculuğa dönüşüyor. Hayatın karmaşasından, insanın acılar karşısında kayıtsızlığından, başka dertler yerine dünyayı avuçlarına alan kalabalıkların anlamsız kaygılarından kaçmak isteyenlerdenseniz kâinat heyecanla sizi bekliyor. Ruhunuzda oluşan boşluklara teselli olacak bir şeyler arıyorsunuz değil mi? Aşksız sokakların kalabalığından sıyrılıp okunmayı bekleyen kâinat ayetlerinin karşısına oturun. Ömrünün kış mevsiminde, ikindi sonrası ahşap camilerin pencere önlerinde vuslatı bekleyen bir ihtiyar gibi.. Rahle başında anlamı ve hakikati arayan, siyah yüzünü beyaz başörtüsüyle daha da güzelleştiren Afrikalı bir kız çocuğu gibi.. Yokluğa rağmen gülümseyen mülteci gözlerin bir türlü tamamlanamayan hikayesi gibi..

Gündelik hayatın ortasında yakaladığımız en küçük anlarda dahi hemen elimizden tutan, asansörde, metroda başka insanlarla göz teması kurmamak, konuşmamak için adetâ sığındığımız tek nokta akıllı telefonlar. Şimdilerde tefekkürü, yağmuru ve kâinat ayetlerini konuşmak çok ‘popüler’ değil. Zira hız ve haz çağı denilen, egoların yarıştığı, görünmenin her şeyden daha önemli hale geldiği zamanlarda beşeri değil insanı, bedeni değil ruhu, “ben’i değil biz’i” konuşmak, başlı başına bir devrimdir. O halde bütün bu tabiâtın eşsiz yaratıcısı ve gerçek sanatçıya, yeryüzü tuvaline Rahmaniyet fırçasıyla dokunan, her yağmur damlasında muhteşem san’atına şahid olduğumuz Musavvir olan Allah’ın kapısına sığınmalı insan..

Çam kokulu bir ormanın ıslanmış yollarında yürüyen, içinde biriken hüzünleri gökyüzünün renklerinde okuyan insan, başını kaldırınca gördüğü sınırları aşan bir gösteri karşısında ne hisseder? Bazı ağaçlar, yaprakları ve dalları arasında diğer ağaçların üzerine gelmeyecek şekilde boşluklar bırakıyorlar. Taç utangaçlığı adı verilen bu müthiş hassasiyet, ormanların gök kubbesinde sınırları belli ülkeler oluşturuyor adetâ. İstilacı böceklerin çoğalmasını önlemek, uzun ömürlü bitkilerin fotosentez için en uygun ışığı almasını sağlamak gibi sebepleri olduğu düşünülüyor. Asıl soru şu: Göğe doğru uzanan ağaç dalları bile başka dallara değmemek için ‘taç çekingenliği’ gösterirken, insan niçin başka hayatların yargıcı kendi hayatının avukatı olur?

Bırakın başkaları da yükselsin sonlu bir dünyada, bırakın başka dallar da güneşi görsün, gideceğiniz yolları sadece başkalarının iyiliği için değiştirin ve incitmeyin bir kalbi.. Başka hayatları bu kadar merak ederek, onlara müdahil olarak Allah’tan rol çalmamalı insan. Zaman gibi değerli bir mefhumu gıybetle, suizanla kirletmemeli. Çocuğunu diğer çocuklarla kıyaslayan, onları bir yarış atı gibi sınavlarda tüketen anne-babaların, ‘bende yok onda da olmasın’ anlayışıyla haset, ‘bende var onda olmasın’ diyerek buhl, kin ve nefret duygularını güçlendirmesi “bir ağaç gibi tek ve hür” şahsiyetler yetiştirmeyi engelleyecektir. Eskiler cûd diye bir kavram kullanırlar ‘bende yok ama onda olsun’ anlamındadır. Daha ileri bir aşama olan ‘benim değil onun olsun’ inceliği de îsârdır.. Kelimeler ve ağaçlar bu kadar güzelken insan nasıl olur da haddini aşarak ‘başka hayatların Allah’ı’ olmaya yeltenir..?! Bize en çok bir arada yaşama, biz olma erdemi yakışıyorken neden ideolojik kutuplara ayrılır, öteki fikrin yükselerek göğe uzanmasına engel olmak isteriz?

“Görmez misin?” diyor Sözlerin Sultanı, “Allah’ın güzel bir söze nasıl bir benzetme yaptığını; O, kökü sabit, dalları göğe uzanan güzel bir ağaç gibidir..”(14/24) O söz ağacının kökünde fıtrat/hakikat var. Dalları ve yapraklarıyla kâinata anlam yüklerken her biri muhteşem ihtişamıyla keşfedilmeyi bekliyor. Sözden ağaca, ağaçtan kalbinize yolculuğa çıkmak ister misiniz? 
“Ey ağaçlarla konuşmadan insanlarla konuşmaya çalışanlar” diyor şair:

“Ruhun sendeyse hâlâ, bir ağaca emanet et onu
Dünyaya yalnızca hayvanların ve ağaçların itirazı var..”