Friedrich Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinden beri 138 yıl geçti.

İnsanlık, tanrısallaşmak adına özünü yitirdiğinde yani uzaya gitmek adına dünyayı tarumar ettikçe, "erkeksiz doğum artık mümkün; kadının kemik iliğinden sperm üretildi" denilerek en cinselinden en dinseline kadar birileri kadının fendi erkeği yendi, yaşasın özgürlük naraları atarken, atomu parçalamak bir yana ailevi değerlerin de paramparça olduğu yeni bir dünya düzeninde koronavirüs insanlığa sesleniyor: Tanrı ölmedi diyor.

İnsanlık Ortadoğu ülkelerinde gözyaşı yetmez; bitmez tükenmez bir şekilde kan akıtırken suskunluğumuza inat koronavirüs insanlığa sesleniyor: hakikati görmeyen gözlerinizden, haksızlık karşısında suskun kalan ağzınızdan, birbirinize hayatı zehir ettiğinizden dolayı nefesinizin kesilmesi için burnunuzdan, ruhunuzu kirlettiğiniz için ellerinizin kirinden siz sorumlusunuz diyor.

Aslında hayatın özünde "ben"im yaşayabilmem için öncelikle "sen"in yaşaman kaçınılmaz bir gereklilikmiş.

Evrenin yaratılışında büyük patlamanın (Big Bang) sonucunda saniyenin milyonda biri kadar ertesinde kütlesiz ve saf enerjili

ilk parçacıklar da etrafa saçıldı. Hiçliğe kütle veren ‘Tanrı parçacığı’ esas adıyla Higss Bozonu'nun Tanrı’nın varlığına ya da yokluğuna dair karar vermekte zorlanan insanlık; yaratılışa meydan okurcasına ölümsüzlüğü ararken kendi küçük ama tahribatı büyük koronovirüs ile baş edebilmek adına kendini zor bela yaşatabilmek için çabalamaktadır. Tanrı'nın meleklerine kör ve sağır kalan insanlığa korona virüsü bıkmadan usanmadan sesleniyor: Tanrı ölmedi.

Koronavirüs bize unuttuğumuz yada terk ettiğimiz bütün değerleri yeniden hatırlatıyor. Evde kal ki ailen parçalanmasın yıkılmasın. Başarı putunun peşinde sokaklarda, kaldırımlarda, meydanlarda deli divane koşarken eşimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu unuttuysak eğer onlara eskisi gibi değil yeni bir gözle bakmak zorundayız artık. Toplumsal cinsiyet eşitliği adına kadınların dünyasında anneliğin değeri düşerken koronavirüs bizleri eve kapattıkça kadınlar yeniden annelik görevleri ile baş başa kaldılar. Artık yaşamak adına mecburen aile olmak zorundayız. Aile'den daha kutsal değer peşinde koşan hem erkekler hem de kadınlar nafile bir çaba içinde olduklarını anlamak zorunda kalıyor. Acılarımızı dindirmek, sevgilerimizi paylaşmak adına birbirimize sarılmanın ne kadar önemli olduğunu öğreniyoruz yeniden. Kadınlar olarak, erkekler olarak, insanlık olarak birbirimizin ruhuna dokunmak zorundayız. Kapitalizmin bedeli olarak kaybettiğimiz ruhumuzu yeniden kazanmak zorundayız. Feministler ve cinsel yönelim adı altında eşcinseller özgürlük mücadelesi verirken aile kurumunun tarumar edilmesi hedeflenmektedir. Endüstrinin yeni rant kapısı: Feministler ve eşcinseller.

Feminist kadınlara inat; kürtaja inat, eşcinsellere inat, cinsel özgürlüğe inat, toplumsal cinsiyet eşitliğine inat, İstanbul sözleşmesine inat, aile yeniden yüce bir kurum oluyor. Aile, toplumun temel taşıdır. Aile, kültür ve medeniyet adına ‘Tanrı parçacığı’dır.

Anne varsa çocuk yaşar; anne varsa insanlık yaşar. Sezai Karakoç'a kulak vermek zorundayız belki de;

" Anne ölünce çocuk

Bahçenin en yalnız köşesinde

Elinde bir siyah çubuk

Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş

Simsiyah görünür gözüne

Elinde bir ip nereye

Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten

Durmaz bir yerde

Anne ölünce çocuk

Çocuk ölünce anne "

İnsanlık, kutsala gitmekten ibaret olan özünü yitirdiğinde artık gidecek hiçbir yeri yoktur.

Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar yani sözün özü peygamberlerin çocukları, Ortadoğu'da kardeş olmadıkça insanlığın ruhunda kansere dönüşen savaş hücreleri bitmeyecektir. Kanserin yeryüzünün her bölgesine yayılması olayına metastaz adı verilir. İnsanlığın herhangi bir yerinde oluşan bir hastalığın başka bir yere sıçraması, yayılmasıdır metastaz. Kin ve nefret tohumları ekilmişse ruhumuzun derinlerine insanlık gittikleri yerlerde tümör yani terör kolonileri oluşturur ve büyümeye devam ederler. Dün Haçlı Seferleri olanın adı bugün İsrail olur.

İnsanlık bir anda Suriye olmadıkça koronavirüs bize bıkmadan usanmadan seslenmeye devam edecek sanırım.

Suriye olmak demek kan revan içindeki Suriye'nin kurtarılması demektir. Suriye demek Bosna demektir; Suriye demek Irak demektir; Suriye demek Afganistan demektir. Suriye demek yekvücut olmuş İslam coğrafyası demektir. Suriye'nin bedelini ödemeden insanlık huzur bulmayacaktır.

SURİYE

bana adımı sormayın
ben küçük bir çocuğum
afganistan hindikuş dağlarında
masmavi gökyüzümü çaldılar
rüyalarıma kadar girdiler canavar adamlar
özgürlük hayallerime kurşun sıktılar
bombalar evimizin yağmuruydu

bana adımı sormayın
bir adım bağdat bir adım suriye
bosna'ya kadar gözümden yaş aksa da
kan aksa da ben mescid-i aksa gibiyim
dualarımda hep anasız kaldım babasız büyüdüm
siz beni tanımazsınız adımı da bilmezsiniz

ben sizi Allah'a şikayet eden
o kimsesiz çocuğum
sınırlarda kanayan kumsallarda boğulan
o göçmen çocuğum

ben bir ülke kadar
kocaman bir çocuğum
bağdat gibi suriye kadar
yürekli bir çocuğum
öpüyorum ellerinizden
sevgili büyüklerim

Hayya alel-felah:

Haydi felaha...