Araştırmacı yazar Nurettin Taşkesen tarihi kaynaklardan derlediği yeni yazısında Medine müfaasına değindi. Çöl kaplanı olarak bilinen Fahrettin Paşa'nın Medine müdafaasında sergilediği kahramanlık örneğini derinlemesine işleyen Taşkesen dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.

İşte o yazı:

Medine müdafaası ve Fahreddin Paşa

Tarihimizde öyle müdafaalar vardır ki, sonucuna bakılmaksızın bir kahramanlık destanı olarak mazide bir altın sayfa açarlar. Mesela Medine, Plevne, Akkâ ve Kanije gibi. Bu son iki müdafaa saldırganların hezimeti ile sona ermiş, her ikisinde de 80’lik ihtiyarlar, tecrübesi, cesareti ve kahramanlığı ile düşmanı dize getirmiştir. Müdafaa yapmak her şeyden önce sabır, sebat, dirayet gerektiren, mevcut imkanların en iyi şekilde kullanılmasını icab ettiren çok zor bir mücadeledir. Düşmanla ilgili istihbaratın ve onların yapacağı istihbarata karşı koymanın, sonucu belirleyecek kadar önemli olduğu, kuvvetlerin sayılarından ziyade moral gücü üstünlüğü ile başarıya ulaşmanın mümkün olabildiği farklı bir muharebe şeklidir.

Bu müdafaalar içinde müstesna bir yeri olan elbette, Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa'nın yaptığı Medine müdafaasıdır. Birinci Dünya Savaşı'nın en zor günlerinde, Peygamberimiz'in (s.a.v.) şehrini düşmana ve onlarla işbirliği içinde olan asilere karşı koruyan ve müdafaa eden Fahreddin Paşa, imkansızlık ve zorlukları avantaja döndürmüş, Medine-i Münevvere'de bir destan yazmıştır.

MEDİNE MÜDAFAASI

Yüz iki yıl önce 10 Ocak 1919, Medine müdafaasının son günüydü. İki sene yedi ay süren bu müdafaa destanı, Ravza-yı Mutahhara'da Peygamberimiz'in (s.a.v.) kabri şerifinin başında gözyaşları içinde sona ermişti. Teslim olmayı asla aklından ve kalbinden geçirmemiş bir kahraman Fahreddin Paşa, ancak silah arkadaşlarının baskınıyla mecburen Medine'den ayrılmıştı.

Fahreddin Paşa'yı bu kadar güçlü kılan, bütün zor şartlara rağmen direncini devam ettiren düşünce acaba neydi? En iyisi bunu kendi ağzından dinleyelim:

"Ey Nâs (insanlar)! Malûmunuz olsun ki, şecî ve kahraman askerlerim, bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücünün desteği, Hilâfetin gözbebeği olan Medine'yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Bu asker Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teâlâ bizimle beraberdir. Şefaatçimiz O'nun Rasûlü Peygamberimiz Efendimiz'dir."

Bu inanç, bu peygamber sevgisi ve bu manevi güç, bir avuç kahramanın akıllara durgunluk veren şanlı müdafaayı nasıl yaptığını elbette çok iyi anlatıyor.

ŞERİF HÜSEYİN VE OĞULLARI

Şimdi 1916 yılına gidelim ve Hicaz'da neler olduğunu yeniden hatırlayalım:

Sultan Abdülhamid'in uzak görüşlü siyaseti sayesinde 15 yıl Şura-yı Devlet (Danıştay) üyeliği verilerek İstanbul'da tutulan Hüseyin bin Ali, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Mekke'ye şerif tayin edildi. Bu zat Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla içindeki gizli emelleri gerçekleştirmek için İngilizlerle temasa geçti ve Henry Mc Mahon’la mektuplaşmaya başladı. Gönlündeki Büyük Arabistan Krallığı ve Halifelik hayalleriyle onu kolayca kandıran İngilizler, Osmanlı’ya ihanet etmesini sağladılar. Zaten bölgede yıllardır cirit atan casuslar, bu ihanetin altyapısını çoktan hazırlamışlardı.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...