Göktepe Yaylası’nda bahar bir başka başlardı.
Nisan ayında toprağın bağrından fışkıran renkler, yaylayı bir nakış gibi işlerdi.
Her otun, her çiçeğin, her rüzgârın ayrı bir kokusu vardı.
Toprak, su ve güneş, sanki binlerce yıllık bir sırdaşlıkla konuşur,
biz de bu konuşmanın kenarında sessizce dinleyenler olurduk.

O günlerde, arılarımızla birlikte yola çıkardık.
Bu, arıcının işiydi: çiçek kovalamak, koku kovalamak...
Ama aslında, hayatın özüne biraz daha yaklaşmaktı.

Arılarla birlikte yaylaya göçer, zaman zaman kovanlara bakım yapardık.
Ham petekler verilir, kraliçenin yumurtlayıp yumurtlamadığı heyecanla takip edilirdi.
O anlarda kovanın başına eğilen Ramazan Usta'nın hali başkaydı.
Kovanın kapağını yavaşça açar,
elleriyle sanki bir sır taşır gibi nazikçe çalışır,
ve dudaklarının kenarında kovanın içindekilere fısıldar gibi sözler dökülürdü.
Onun için kovan sadece bir iş değil, bir ahenk yeriydi.
Arılara emir verilmezdi; onlara hizmet edilirdi.

Ramazan Usta, eldiven bile takmazdı.
Arılar onu sokmazdı.
Çünkü onun hareketinde korku değil, saygı vardı.

Ve bir sır daha taşıyordu kalbinde:
Yayla yollarını birlikte arşınladığı hayat arkadaşının yokluğunu...

Ne zaman kekik kokulu rüzgâr esse,
ne zaman dağ sümbüllerinin ortasında bir an duraksasa,
bilirdik ki, Usta yine eşine sesleniyordu.
Bazen kovanın kapağını kaldırdığında, hafifçe gülümserdi:
"Bak hanım, geldik yine... Arılar da seni soruyor."

Çiçeklerin arasında gezinirken bazen bir dağ menekşesinin önünde durur,
elini nazikçe çiçeğe uzatır,
ve eski bir dostla konuşur gibi mırıldanırdı:
"Senin kokun gibi bu… Hiç değişmemiş."

Ve o kokular...
Kovan kapağını kaldırdığımızda gelen sıcak balmumu, propolis ve nektarın karışımı...
Başka bir âlem gibi kokardı.
Sıradan değildi bu koku; sanki görünmeyen bir yerden haber getiren bir elçi gibiydi.
Ramazan Usta'nın deyimiyle:
"Bu, vahyin kokusudur.
Allah" arıya vahyettik" diyor ya...
İşte o vahiy, sadece işlerinde değil, kokularında da var."

Her kokunun ayrı bir dili vardı:
Yeni ballanmış bir peteğin hafif tatlı kokusu,
yeni doğmuş bir kraliçe arının taze izi,
kovanın derinliklerinden gelen sıcaklık dolu nektar soluğu...
Hepsi aynı dili fısıldardı: sabır, şükür ve ahenk.

Arıların çalışma düzeni de ayrı bir mucizeydi.
Kimse onlara ne yapacaklarını öğretmezdi.
Her biri görevini bilirdi:
Kimisi polen toplardı, kimisi su taşırdı, kimisi yeni petek örerdi.
Birbirlerinin işine karışmaz,
kendi payına düşeni eksiksiz ve kusursuz yapardı.
Ve hepsi, o muhteşem altıgen hücreleri, milim şaşmadan örerdi.
O kadar kusursuzdu ki, Ramazan Usta bazen bir peteğe bakar, hayranlıkla şöyle derdi:
"İnsan aklı bile bu kadar doğru hesaplayamaz evlat.
Ama onlar şaşmaz. Çünkü içlerinde ilahi bir pusula var."

Bir keresinde Usta, bir oğul arının bulut gibi kovanın üstünde dönüp yeni bir yurt arayışına tanık olduğumuzda şöyle demişti:
"Bak iyi bak. Bir arı sürüsü, yeni bir hayat kurmak için yola çıkar.
Liderlik için kavga etmezler; görev dağılımı yaparlar..
Bir bölük ayrılır, bir bölük kalır.
Hiçbiri diğerine kin tutmaz.
Çünkü bilirler ki, hizmet etmek için yaratıldılar, savaşmak için değil."

Türk edebiyatının "Mona Roza"sı 70 yıl sonra sessizliğini bozdu
Türk edebiyatının "Mona Roza"sı 70 yıl sonra sessizliğini bozdu
İçeriği Görüntüle

Yayladan ayrılmadan önce, Ramazan Usta mutlaka çiçeklerle vedalaşırdı.
Balları sağdıktan sonra, ellerini çiçeklerin üzerine uzatır,
bir dostun elini sıkar gibi hafifçe dokunur,
ve sessizce, derinden fısıldardı:
"Hakkınızı helal edin. Nasip olursa seneye yine geliriz."

Ben o sahnede, onun bir fidana sarılışını gördüm.
Bir insana, bir evlada sarılır gibi...
Şefkat, minnettarlık ve vefa dolu bir sarılış...

Yayladan dönüş yolunda sordum:
"Usta... Yeter mi bu kadar bal?"

Ramazan Usta gülümsedi,
gözlerini yaylanın uçsuz bucaksız göğüne kaldırarak dedi ki:
"Biz ona yetersek, o da bize yeter evlat."