Anne sevgisinden, anne şefkatinden mahrum, yeni kelimeyle yoksun kalan çocuğun büyüdüğünde annesine olan düşkünlüğü de o seviyede olacaktır.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın annesine düşkünlüğü ve onun cenazesinde o dönem için bir başbakan değil bir evlât olarak gözyaşı dökmesi basında herkesi etkilemiş ve "Bu gözyaşları siyasetçi değil, evlât ağlamasıdır" diye onaylanmıştı.

Niye çok düşkündü Erdoğan annesine?

Çünkü annesi onu nice öpüp koklamış, nice bağrına basmıştı... O günler hafızalardan hiç gider miydi?

Yaşı 50’nin üstünde olanların anneleri ile bağları genelde böyledir. Bu bağ, otuzlu yaşlarda olan nesil için ayrışmaya başlamış, yirmili yaşlardakiler için artık neredeyse anlamsızlaşma haline gelmiştir.

Söz konusu olan anneye düşkünlüktür. Anneyi sevmek anneye saygı göstermek değil.

"Anammm" derken şöyle kalbinin derinliklerinden gelen bir sevgiyle bu kelimenin ağızdan çıkmasıdır.

Metropol yapılanması kadınları da hayatın içine çektiği için onlara annelik yapma fırsatı sunmamaktadır. Kadının en önemli duygusu olan "annelik duygusu” kadına yaşatılmamaktadır. Anne olan kadınlar dahi anneliğin tadını çıkartamadan ve anneliği yaşayamadan çocuklarını yetiştirmek zorunda kalmaktadır. Ne yapmaktadır peki bu çalışan anne?

Kendisi çalışmak zorunda kaldığı hissettiği için çocuğunu da iyi araştırıp soruşturarak kendine en uygun bir kreşe vermektir. Çocuklar, şekillenme yaşı olan ilk yıllarını bu kreşlerde geçirdiği için anneler tarafından değil kreşteki eğitimciler tarafından şekillenmektedir.

Dolayısıyla öğretmeni ona ne kadar "canım, cicim, tatlım" diyorsa annesinin akşam söyledikleri de farklı değildir. Anne sütü almayan, anne kokusu koklamayan, anne maması ve çorbası yemeyen çocuk anneyi, yukarıda tarifini yaptığımız manada "anne" olarak hissetmeden büyümektedir.

Anneye karşı duyulan saygı sıradan bir saygı durumunda kalmaktadır. Öyle olduğunda da evlât kendi bireysel gelişimi tamamlandığında annesini artık sıradan bir arkadaşını aradığı kadar aramakta sormaktadır. Aylarca evine gitmeyen, bayramdan bayrama ancak evine giden, hatta bayramda seyranda da aramayan evlâtların bu ilgisizliklerinin birçoğunun temelinde bu duygunun olduğu görülecektir.

Metropol hayatının evlâtları da etkisi altına alması ayrıca bir önemli etkendir. İnsanı birbiriyle ilgisizleştirmekte metropol dayatması. Bu büyük dayatmanın stresiyle sabah yaptığı kahvaltıyı unutan, stresten genç yaşta kutu kutu ilaç tüketmek zorunda kalan ki bize göre bırakılan, işlerin peşinden bir türlü yetişemeyen her günü aynı ama sanki farklı imiş gibi bir maraton içinde nefes nefese mesai tüketen "insan", tatil adı altında kendisine verilen on beş yirmi günlük süreyi de "tatil turizmi" adıyla ortaya çıkartılan sektöre kazanç sağladığının dahi farkında olmadan o yerlere gitmekle geçirir. Güya kendince tatil yapmıştır.

Sadece ekstra para harcayıp farklı yerler görerek bunalmış olduğu metropol hayatından kendisine sunulan şablona göre uzaklaşıp geri dönmüştür.

Böyle kimseler için anne babaya gitmek, onların halini hatırını sormak, onlarla oturup hasret gidermek gibi bir durum söz konusu olmaz. Zaten arada bir hasretlik falan da kalmamıştır.

Filmi hızlı sarar isek, yetiştirdiği çocuklarının ayrı bir işi, ayrı bir evi veya evliliği olan anne babalar artık o çocuklarını sadece resimlerde görebilmektedir. Zaten cep telefonu teknolojisi "sesini duyayım yeter" zihniyetini de beraberinde getirmiştir.

“Anneciğim nasılsın?”

“İyiyim çocuğum, siz nasılsınız?”

Ya da anne arayıp:

“Çocuğum nasılsın, epeydir görüşemiyorum. Özledim.”

“Sorma anne ya, iş güç. Bir ara uğrarım,” gibi muhabbetler aslında, "geçen gün görüşmüştük" vicdani rahatlamasını da beraberinde getirmektedir.

Çocuklarına bir telefon kadar yakın ama beden olarak dünyalar kadar ırak olan anne –ki anne semboldür. Ebeveyn söz konusudur baba, yavaş yavaş hayatta kendini tek başına çekip çeviremez hale gelir.

Artık sabah marketten gidip ekmek almak, pazardan alışveriş yapmak onlara güç gelmeye başlamıştır. Yaşlılık kapıya konacak şey değildir ama gelmiştir.

Yani artık ihtiyarcıklar çocuklaşmaya dönmüştür... Hayat böyledir zaten... Çocuklar büyük insan olur. İnsanlar yaşlanır çocuk (gibi) olur...

Bu durumda evlâdın anne babaya yapması gereken nedir? Ne olmalıdır?

Evet... Ama, maalesef bu metropol hayatı dün anne babayı, kendine esir ettiği için çocuğuna baktırmadı ise, bugün de o dünün çocuğunu bugün çalışan olarak kendine esir ederek ana babaya baktırmayı imkânsızlaştırmaktadır.

O halde yapılacak yöntem ismi değişik de olsa aynıdır... Anne baba, onu çocukken nereye bırakmıştır? Kreşe... Şimdi de evlât yaşlanan anne babasını "güçsüzler yurduna" veya yeni adıyla "huzurevlerine" bırakmayı en akılcı yol olarak görmektedir.

Huzurevi... Adında var sadece huzur... Tamamen vicdan rahatlatan kavramdır...  Barış diyerek savaşmak gibi...

Ve enteresan bir insanî sorunla karşı karşıyladır insan... O da nesillerin birbirinden doğduğu, birbirinden olduğu halde birbirinden irtibatsız büyümeleri... Anne çocuğunu doğurur... Kendisi büyütemez. Onun bitmek bilmez bir iştiha ile insan öğüten modem hayatın esiri olarak oraya iş yetiştirmesi lâzımdır... Kreş diye sembolize edilen başka birilerinin bakıcılığına terk edilir çocuk... Çocuk büyür aynı şekilde bu tanımlanması oldukça zor bir muhayyel hayatın esaretine çocuk başlar... Hayattan emekli olan yaşlılarda hayatlarının evlâda muhtaç olduğu dönemlerini, evlâtlarından ayrı "huzurevi" adıyla sembolleşen yerlerde tamamlamaya mahkûm olurlar... Yani bu ne menem metropol hayatı, ne anne babanın evlâda ne de evlâdın anne babaya dönüp de bakmasına izin vermemiştir. Bu derece bir insanî merhametsizlik içinde insanları "verimli zamanında kendi hinterlandında, kendinden başka kimseye öz evlâdına ve öte yandan öz anne babasına bile ilgi gösteremeyecek bırakın ilgiyi annelik evlâtlık yapamayacak kadar vicdansızca kendine bağımlı yapmıştır.

İnsanın birbirine dünyayı devretmesi gerekir... Anne baba çocuğunu büyütür. Çocuk anne babayı yaşlılıkta gözetip kollar. O kendi çocuğunu o kendi çocuğunu diye bir hayatı birbirine devrederek yaşama şekli vardır. Bu insanlığın en doğal sürecidir. Ama bu metropol hayatı işte bu sürece müdahale etmiş ve insanları birbirinden kopuk ve kendisine dahi hayrı olmayan bir hale getirmiştir.

Bu halin hiçbir insana da bir hayrı olmamıştır. Olması da mümkün değildir. Hatta daha vahim sonuçlara da sebep olmuştur.

Selametle kalın...