Tefekkür... Fikir kökünden gelmektedir. "Düşünmek" demektir bugünün Türkçesi ile...

Ama Türkçe bu kelime ne yazık ki tefekkür kelimesinin özünü, hakikatini tam olarak açıklayamıyor.

Düşünmek daha çok insanın kendi bireyselliğiyle alâkalı bir eylemdir.

Tefekkür ise düşünmekten çok anlamaya çalışmak için verilen uğraşıdır. Tefekkürde insanın kendi dışında, kendinin de içinde bulunduğu evrenin uzayın on sekiz bin âlemin yaratılışını ve milyarlarca yıllık sürede mükemmel bir uyum içinde hareket etmesinin nasıllığını anlamaya çalışmaktır.

Buradan yola çıkarak bu mükemmel uyumu sağlayan ilahi güç Allahu Teâlâ'yı anlamaya onun sevgisini gönlünde yerleştirmeye çalışmaktır tefekkür...

Tefekkür eden insan önce kendisinin ne olduğunu fikir etmeye çalışır.

Bedenindeki anatomik yapıdan yola çıkarak vücudunun nasıl uyum içinde çalıştığına hayran kalır... Bu çalışmanın nasıl kendi kendine meydana geldiğine şaşırır...

Hele bir fikir etse... Vücudunda gördüğü ve görmediği adını bildiği ve bilmediği nice organ vardır.

Her biri kendisinin hayatta kalması için var gücüyle çalışmaktadır.

O zanneder ki göz bakmak ve el tutmak için yaratılmıştır.

Ama gözün on tabakasını fikir etmez. Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu ve her birinin ne yapıda olduğunu ne şekilde hareket ettiğini bilmez.

Meselâ içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi gibi organlar; çekme, tutma, hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi, bedende hizmetçi tayin olunmuştur.

Her biri hiç isyan ve itiraz etmeden kendi hizmetinde her an devam üzeredir.

Öyle ki hayat kaynağı olan yürek, tüm organlara çeşitli hareket ve kuvvet vermektedir. Mide denilen organ sadece yemek gönderilen yer değildir. Orada hazmetme, gıdaların ayrışımını yapma, yoğun olanı yoğun olmayandan ayırma ve artan posayı da bağırsaklara itme işlemi yapılmaktadır.

Midede kalan özden karaciğer kendine lâzım olanı çekerek ondan kan yapmaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan siyah köpüğü dalağın çekip alması ve kendine özgü değişime uğratması...

Geri kalan sarı köpüğü safra kesesi veya öd dediğimiz kesenin kendine çekip değiştirmesi...

Onda oluşan balgamı akciğerin çekip, nefesle gırtlak yoluna itmesi...

Bütün bu işlem ve arınmalardan sonra ortaya çıkan kan, ciğer içinde özel suyla karışıp kıvam bulduğunda; ondaki artan suyu da böbreğin kendine çekip değiştirmesi...

Bu süreçte böbreklerde kalan tortunun idrara dönüşmesi... Oradan mesaneye giderek vücuttan atılması...

Sonra ciğerde kalıp kıvama gelen saf kanın damarlar yoluyla bütün organlara ulaşması...

Vücutta bir de büyüme kuvveti var ki ondan organlara büyüme ve gelişme verip et ve yağ gibi kuvvet ve kudret meydana gelmesi...

Üreme kuvveti erkek ve kadında kendi cinsiyetine uygun üreme hormonlarını meydana getirmesi..

Bu organizasyonda bir aksaklık olduğunda vücudun dengesinin bozulması ve buna hastalık denmesi...

Daha neler neler...

Tırnaklar kesilmese sürekli uzar da niçin kirpikler, kaşlar ve dişler sürekli uzamaz? Dişler uzasaydı, uçlarından kesmek ne kadar kolay olurdu? Kirpiklere, kaşlara ve dişlere, fazla uzatmayıp dur diyen kim olabilir?

Bunlar tefekkür edilmesi gereken konular olunmaz mı?

Ayağa bir diken batsa sinir sistemi sayesinde haberdar olmaz mıyız? Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana gelmektedir.

Omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayati faaliyetleri idare eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvlarımızın ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idare eder. Bir ikazın nöron denilen sinir hücreleri tarafından teşekkülü elektrik akımına benzer.

Felç halinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar istekle hareket edemez. Felçlinin eli ayağı olduğu halde niçin tutmaz? Sinir sistemine böyle bir kuvveti kim vermiştir?

Dişlerin yaratılışı bir harika değil midir?

Ön dişler kalın olsaydı gıdayı kesemezdi. Azı dişler ince olsaydı gıdayı öğütemezdi. Uçları canlı olsaydı yemek yerken acırdı. Köklerde sinir olmasaydı çürüdüğünü fark etmezdik.

Bunların hangisi tesadüf olabilir sizce?

Bütün bunlar ve daha fazlası sadece kendini şöyle bir düşünmedir... Yani tefekkür etme...

Her insan bu şekilde kendini tefekkür etse... Niçin yaratıldığını anlar. Yaratana teşekkür etmesi gerektiğini anlar...

Yaratanın sadece kendini değil kendisi için yarattığı nimetleri düşünür. Âlemi düşünür.

Güneşin ayın yıldızların faydalarını düşünür...

Bütün bu düşünceler onda kibirlenmeyi ortadan kaldırır.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi merhametli olmayı öğretir. Hemcinsine karşı üstünlük taslâmak yerine ondan istifade ettiği gibi kendisinin de bir başkasının istifadesine yarayacak iş tutması gerektiğini düşünür...

Bu dünyada bir asalak gibi yaşamaması gerektiğini anlar...

Herkes sabahın erken saatinde kalkıp ayakkabıcı onun için ayakkabı yaparken, fırıncı ekmek pişirirken, çöpçü yollarını temizlerken, kendisinin sadece tüketici olmasının utancını yaşar.

Çalışması ve kendisinin de bu toplumda bir baltaya sap olması gerektiğini fikir eder...

Kendini yaratan Allah’a kul olması gerektiğini fikir eder...

Kendisini dünyaya getiren anne babasına hürmet etmesi saygı duyması gerektiğini bilir.

Eşine, arkadaşına çoluk çocuğuna insanca davranmak gerektiğini fikir eder.

Hayatı anlamayanlara kızmaz, sinirlenmez...

Böyle olunca, bu insan huzurlu olur... İş sahibi olur... Üreten olur...

Hem kendisine hem çevresine yararlı olur... Böyle olanı kul da sever, Allah da sever...

Asıl başarı da hayatta hem kendinin ne olduğunu anlamak hem kendi üzerine düşeni yerine getirmek için çalışmak değil midir?

Tefekkür etmek aynı zamanda dinimizde ibadettir.

Çünkü İslâm âlimleri buyurmuştur ki:

'Tefekkür, günahlarını, yaratılanları ve kendini düşünmek ve Allahü Teâlâ'nın yarattığı şeylerden ibret almaktır."

Bu kimseler iyi insan olarak değerlendirilir. Kur’anı Kerim’de bu anlamda iyi olanlar övülmektedir.

"Onlar ayakta iken de, otururken de, yanları üstüne yatarken de hep Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler.

Sonra derler ki:

"Ey Allah'ım sen bunları boşuna var etmedin. Sen bütün noksanlardan ve kusurlardan münezzehsin, uzaksın. Bize merhamet et."

TEFEKKÜR SAHİBİ OLMAK

Tefekkür... Fikir kökünden gelmektedir. "Düşünmek" demektir bugünün Türkçesi ile...

Ama Türkçe bu kelime ne yazık ki tefekkür kelimesinin özünü, hakikatini tam olarak açıklayamıyor.

Düşünmek daha çok insanın kendi bireyselliğiyle alâkalı bir eylemdir.

Tefekkür ise düşünmekten çok anlamaya çalışmak için verilen uğraşıdır. Tefekkürde insanın kendi dışında, kendinin de içinde bulunduğu evrenin uzayın on sekiz bin âlemin yaratılışını ve milyarlarca yıllık sürede mükemmel bir uyum içinde hareket etmesinin nasıllığını anlamaya çalışmaktır.

Buradan yola çıkarak bu mükemmel uyumu sağlayan ilahi güç Allahu Teâlâ'yı anlamaya onun sevgisini gönlünde yerleştirmeye çalışmaktır tefekkür...

Tefekkür eden insan önce kendisinin ne olduğunu fikir etmeye çalışır.

Bedenindeki anatomik yapıdan yola çıkarak vücudunun nasıl uyum içinde çalıştığına hayran kalır... Bu çalışmanın nasıl kendi kendine meydana geldiğine şaşırır...

Hele bir fikir etse... Vücudunda gördüğü ve görmediği adını bildiği ve bilmediği nice organ vardır.

Her biri kendisinin hayatta kalması için var gücüyle çalışmaktadır.

O zanneder ki göz bakmak ve el tutmak için yaratılmıştır.

Ama gözün on tabakasını fikir etmez. Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu ve her birinin ne yapıda olduğunu ne şekilde hareket ettiğini bilmez.

Meselâ içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi gibi organlar; çekme, tutma, hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi, bedende hizmetçi tayin olunmuştur.

Her biri hiç isyan ve itiraz etmeden kendi hizmetinde her an devam üzeredir.

Öyle ki hayat kaynağı olan yürek, tüm organlara çeşitli hareket ve kuvvet vermektedir. Mide denilen organ sadece yemek gönderilen yer değildir. Orada hazmetme, gıdaların ayrışımını yapma, yoğun olanı yoğun olmayandan ayırma ve artan posayı da bağırsaklara itme işlemi yapılmaktadır.

Midede kalan özden karaciğer kendine lâzım olanı çekerek ondan kan yapmaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan siyah köpüğü dalağın çekip alması ve kendine özgü değişime uğratması...

Geri kalan sarı köpüğü safra kesesi veya öd dediğimiz kesenin kendine çekip değiştirmesi...

Onda oluşan balgamı akciğerin çekip, nefesle gırtlak yoluna itmesi...

Bütün bu işlem ve arınmalardan sonra ortaya çıkan kan, ciğer içinde özel suyla karışıp kıvam bulduğunda; ondaki artan suyu da böbreğin kendine çekip değiştirmesi...

Bu süreçte böbreklerde kalan tortunun idrara dönüşmesi... Oradan mesaneye giderek vücuttan atılması...

Sonra ciğerde kalıp kıvama gelen saf kanın damarlar yoluyla bütün organlara ulaşması...

Vücutta bir de büyüme kuvveti var ki ondan organlara büyüme ve gelişme verip et ve yağ gibi kuvvet ve kudret meydana gelmesi...

Üreme kuvveti erkek ve kadında kendi cinsiyetine uygun üreme hormonlarını meydana getirmesi..

Bu organizasyonda bir aksaklık olduğunda vücudun dengesinin bozulması ve buna hastalık denmesi...

Daha neler neler...

Tırnaklar kesilmese sürekli uzar da niçin kirpikler, kaşlar ve dişler sürekli uzamaz? Dişler uzasaydı, uçlarından kesmek ne kadar kolay olurdu? Kirpiklere, kaşlara ve dişlere, fazla uzatmayıp dur diyen kim olabilir?

Bunlar tefekkür edilmesi gereken konular olunmaz mı?

Ayağa bir diken batsa sinir sistemi sayesinde haberdar olmaz mıyız? Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana gelmektedir.

Omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayati faaliyetleri idare eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvlarımızın ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idare eder. Bir ikazın nöron denilen sinir hücreleri tarafından teşekkülü elektrik akımına benzer.

Felç halinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar istekle hareket edemez. Felçlinin eli ayağı olduğu halde niçin tutmaz? Sinir sistemine böyle bir kuvveti kim vermiştir?

Dişlerin yaratılışı bir harika değil midir?

Ön dişler kalın olsaydı gıdayı kesemezdi. Azı dişler ince olsaydı gıdayı öğütemezdi. Uçları canlı olsaydı yemek yerken acırdı. Köklerde sinir olmasaydı çürüdüğünü fark etmezdik.

Bunların hangisi tesadüf olabilir sizce?

Bütün bunlar ve daha fazlası sadece kendini şöyle bir düşünmedir... Yani tefekkür etme...

Her insan bu şekilde kendini tefekkür etse... Niçin yaratıldığını anlar. Yaratana teşekkür etmesi gerektiğini anlar...

Yaratanın sadece kendini değil kendisi için yarattığı nimetleri düşünür. Âlemi düşünür.

Güneşin ayın yıldızların faydalarını düşünür...

Bütün bu düşünceler onda kibirlenmeyi ortadan kaldırır.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi merhametli olmayı öğretir. Hemcinsine karşı üstünlük taslâmak yerine ondan istifade ettiği gibi kendisinin de bir başkasının istifadesine yarayacak iş tutması gerektiğini düşünür...

Bu dünyada bir asalak gibi yaşamaması gerektiğini anlar...

Herkes sabahın erken saatinde kalkıp ayakkabıcı onun için ayakkabı yaparken, fırıncı ekmek pişirirken, çöpçü yollarını temizlerken, kendisinin sadece tüketici olmasının utancını yaşar.

Çalışması ve kendisinin de bu toplumda bir baltaya sap olması gerektiğini fikir eder...

Kendini yaratan Allah’a kul olması gerektiğini fikir eder...

Kendisini dünyaya getiren anne babasına hürmet etmesi saygı duyması gerektiğini bilir.

Eşine, arkadaşına çoluk çocuğuna insanca davranmak gerektiğini fikir eder.

Hayatı anlamayanlara kızmaz, sinirlenmez...

Böyle olunca, bu insan huzurlu olur... İş sahibi olur... Üreten olur...

Hem kendisine hem çevresine yararlı olur... Böyle olanı kul da sever, Allah da sever...

Asıl başarı da hayatta hem kendinin ne olduğunu anlamak hem kendi üzerine düşeni yerine getirmek için çalışmak değil midir?

Tefekkür etmek aynı zamanda dinimizde ibadettir.