Tarihte bazı ‘İslâmî’ devletler, kendi nizamî varlıklarını korumak adına ortaya çıkmış olan bazı dinî/tasavvufî hareketlere yönelik yer yer orantısız güç kullanarak, ifrat boyutuyla tedbir almıştır. Bir laik, demokratik ve hukuk devleti olan günümüz Türkiye’nin anayasasında resmen Kemalizm/Atatürkçülük ideolojisinin geçerli olmasına bağlı olarak birçok İslâmî hareket, faaliyetlerini devam ettirmek adına çoğu zaman legal görünmek adına takiye yapma gereği duymuştur/duymaktadır. Bu siyasî durum/gerçek, Türkiye’de de devlet-cemaat ilişkilerinin sorunlu olduğunu göstermektedir. Gelecek yazılarımızda sadece sorun tahlili değil tarihten de ders çıkartarak, devlet-cemaat ilişkilerinin bundan böyle nasıl daha sağlıklı bir zeminde oluşturulabilir sorusuna da cevap arayacağız.

Yaşadığımız materyalist/kapitalist dünyanın bizlere dayattığı laik(çi) hukuk sisteminde geçerli olan bazı “özgürlükçü” evrensel ilkeler, T.C. Devleti ve dolayısıyla vatandaşları için de geçerlidir. Bırakınız tarikat mensuplarının sapkın görüşlere sahip olup olmadıklarını tartışmak, T.C. Devleti olarak altına imza attığımız Genişletilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın temel maddelerinden birisi olan “Ayrımcılık Yapmama” ilkesine göre “cinsel tercihleri farklı olanlar” için bile “cinsel sapıklar” ifadesini kullanmak dahî kanunen mümkün değildir.

Dolayısıyla özgür/demokratik ülkelerde herkes, hangi dünya görüşünü/yaşama biçimini/inanç sistemini/cinsel temayülünü benimserse benimsesin, bunu özgür bir ortamda yaşama ve yaşatma hakkına sahiptir. Şiddete başvurulmadığı ve başkalarının özgürlüğünü sınırlamaya gidilmediği sürece herkes, bu bağlamda örgütlenme hakkına sahip olmaktadır.

Bu doğrultuda modern dünyada tarikatların/inanç gruplarının sapkın görüşlere sahip olup olmadıkları konusu/tartışması, modern demokratik/hukuk devletlerinin değil sivil alanda din mensuplarının kendi aralarında teorik zeminde yapabileceği bir sorunudur. Demokratik hukuk sistemlerinde devlet-(sapkın) tarikatlar sorununun çözümü aslında çok kolaydır. Herkes (toplumun ekseriyeti tarafından sapık bile algılansa) inancında hürdür ve bu bağlamda devletin hukukî himayesi altında inancını özgürce yaşayabilir ve bu doğrultuda örgütlenebilir. Demokratik/laik Türkiye’de kitap-ehli kategorisine giren Hıristiyanlara ve Yahudilere nasıl ki ibadethane açma izni veriliyorsa “cinsel tercihleri farklı olanların” yanında ateistlerin, deistlerin, masonların da örgütlenebilmesi bu yönüyle demokratik bir haktır.

Laik(çi)/Kemalist Cumhuriyet rejimi ile idare edilen Türkiye’nin en büyük sorunu, samimî bir şekilde demokrasiyi ileri bir noktaya taşıyamamasıdır. Çok partili sisteme geçiş, demokrasi yolunda bir adımdır ancak üst sistem olan Laik(çi)/Kemalist Cumhuriyet rejimi, geleneksel olarak nasıl ki Diyanet üzerinden dini/İslâm’ı kontrol altında tutuyorsa, ordu üzerinden de siyaseti, geçmiş yıllarda olduğu gibi parlamenter sistemi denetlemektedir. Türkiye’nin asıl sorunu, dine/demokrasiye saygılı laiklik anlayışının sınırını belirleyememiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle Laiklik çerçevesinde kalmak şartıyla dindarların özgürlük alanlarını belirlemek, şimdiye kadar hep Laikçi/Kemalist rejimin uhdesine ve insafına bırakılmış bir konudur.

Laikçi/Kemalist rejimi en nihayetinde korumak, kollamak ve gerektiğinde siyasete müdahale etmek, anayasal bir hak/görev olarak orduya teslim edilmişti. Buna göre kamusal alanda dinî simgelerin varlığından rahatsızlık duyan rejim bekçileri, değil kamu temsilcilerinin (memurların) sakal bırakmalarına veya bayanların başörtü takmalarına müsaade etmek, kamusal hizmetten yararlananların (üniversite öğrencilerinin) dahî katı laikçi kurallara uymaları gerekiyordu. 28 Şubat sürecinde üniversitelerde/kamusal alanlarda başörtüsü özgürlüğü/yasağı, Laikliğin bitmez tükenmez tartışma konularından birisi olarak Türkiye’nin huzurunu bozmuştu.

Aslında rejim tartışmalarında her iki tarafın temsilcileri de özgürlükçü bir demokraside olmaması gereken ve İslâm’ın da cevaz vermediği takiyeye müracaat ediyordu. Dindarların bir kısmı, sivil/kamusal/siyasal alandan uzak kalmamak adına çoğu zaman inançlarından da taviz vererek, zahiren de olsa Atatürkçü bir görüntü vermek mecburiyetinde kalıyor, diğer taraftan da Kemalist/laikçi rejim koruyucuları da “biz dinci değil ama dindarız” gibi muğlak ifadelerle dine saygılı olduklarını iddia ediyordu.

“Dinî hizmet hareketi”nin “kâinat imamı” olarak bilinen Fetullah Gülen ise 28 Şubat sürecinde “Ilımlı İslâm” görüntüsü ile Kemalist dostu bir yaklaşım sergileyerek, izaha muhtaç “Başörtüsü bir teferruattır” sözü ile Atatürkçü generallerin sempatisini kazanabilmiştir. Bu durumda bu “dinî cemaat”, ya takiye yapan, ya da gerçekten Kemalist rejime ve anti demokratik uygulamalarına destek veren bir hareket görüntüsü vermiştir. Kimsenin bu yönüyle bakmadığı bu hareketi incelemeye devam edeceğiz.