Hayatını göç yollarında kaybeden tüm umut yolcularının aziz hatıralarına ithafen...

Mürşit kardeşim, göçmen çocukların eğitimde ve yaşamda karşılaştığı sorunları yazmak ister misin deyince, odaklandığım konudan ayrılmak istemedigim için konu bir anda gözümde çok büyüdü, önce reddettim.

Sonra hayatının önemli bir kısmını Almanya'da göçmen bir işçi çocuğu olarak geçirmiş ve sendikanın yanıbaşında iki yıl boyunca Suriyeli okulunda eğitim gören çocuklarla ilgili çok önemli gözlemler yapmış biri olarak, aslında bu konu tam bana göre dedim ve başladım yazmaya.

Biliyorsunuz iki türlü göç var: Legal yoldan göç ve kaçak göç. Aslında ikisinin temelinde de aynı şey var: Daha iyi şartlarda yaşamak. Avrupa ülkeleri, iş gücü ihtiyacını karşılayamayınca yabancı işçiye ihtiyaç duyarlar. Babamın nasibine de Almanya'nın Ruhr bölgesi düşer.

Babam kömür madeninde çalışmak üzere 1971 yılında Almanya'ya gitmişti. Üç yıl sonra annem ve iki kardeşimle birlikte bizi de yanına aldı. Böylece bir anda çiftçilik ve hayvancılığı, köy hayatını geride bırakarak tarım toplumundan sanayi toplumuna geçivermiştik. Annemin Almanya'ya giderken giydiği pantolon, etek, pardesü ve başörtüsünden oluşan kıyafeti nasıl yadırgadığını, nasıl sıkılıp utandığını hiç unutamam. Yeni bir hayata başlayacağımız daha uçağa binmeden belli olmuştu.

Babam bizi havaalanından aldı daha önce kiralamış olduğu Taubenstraße ( güvercinler sokağı) 30 numaralı eve götürdü. Güvercin de bir kuştu, ancak bizim gibi göçmen değildi. Nitekim ben hariç, ailemiz Almanya'da kalıcı oldu.

Artık yeni bir adımız vardı: Almancı, yani ne Alman ne Türk... Babalarımız ise misafir işçi. Evimiz önceleri dubleks gibiydi, sonradan alt ve üst katlar yanlarındaki dairelerle birleştirilince alt ya da üst katı seçmek durumunda kaldık.

Evimiz tadilata girinceye kadar kapaklı kuyuyu andıran bir tuvaleti vardı, banyosu yoktu ve biz leğende yıkanırdık. Birkaç yıl sokaklar ve caddeler hakikaten kötüydü.

Almanya'ya gittiğimizde öğretim yılı devam ediyordu. Hemen ikinci sınıftan okula başladım. Okula otobüsle gelip gidiyorduk. Geç kaldığım ve arkadaşlarla okula gidemediğim ilk gün kayboldum. Allah'tan babam deftere adresimizi yazmıştı da otobüs şöförlerinin yardımıyla arkadaşların eve döndüğü saatte ben de eve dönebilmiştim. O gün yaşadığım endişe ve korkuyu hâlâ unutamam. Dil bilmemenin ilk dezavantajını o gün yaşamıştım.

Anadolu tabiriyle gâvurlarla ilgili kötü hikâyeler dinleyerek büyüyen ve gâvur geliyor diyerek çocuk susturan bir kültür geleneğine sahip bizler için Almanlara alışmak öyle kolay olmamıştı. Bir gün elektrik saatini okumak üzere eve Alman görevli gelir, annem ve arkadaşı ne yapacaklarını şaşırırlar ve bir o yana bir bu yana kaçışırlar. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen annem hâlâ anlatır durur.

Köy tarzı yeme içmeye alışkın olan bizler için şehirli olmak da kolay değildi. Üstelik tarım toplumundan sanayi toplumuna bir günde terfi edivermiştik. Kola'yı çok sonradan öğrenmiştik meselâ. At-eşek dışında bineği kırk yılda bir gören bizlerin hayatına birden trafik lambaları girivermişti, toprak araba yolu bile köyümüze ulaşmamışken çok şeritli oto yolları hemen kanıksayamadık.

Kapalı köy toplumundan, 60'lı, 70'mişli yıllarda kendi tabirleriyle cinsel devrimlerini tamamlamış, yaz gelince nerdeyse üryan gezen bir topluma giden bizler için Almanya'yı yadırgamamak mümkün değildi. Öyle bir toplumda çoluk çocuğa sahip çıkmak, onları Alman kültüründen korumak, kendi kültürünün devamını sağlamak, herkesin harcı değildi. Sırf bu yüzden çoluk çocuğunu Almanya'ya getirmeyenlerin, okutmak üzere Türkiye'ye gönderenlerin sayısı hiç de az değildi. Ben de okusun diye Türkiye'ye gönderilenlerdenim. Hem çoluk çocuğunu götürenlerden hem de götürmeyenlerden birçoğunun trajik hayatları oldu. Avrupa herkese refah ve huzur getirmedi kısaca.

Bir gün okulda makasımı kaybetmiştim, sonraki gün bir öğrenci elinde makasla sınıfa gelmişti ancak ne dediğini anlayana kadar çıkıp gitmişti. Almancam çok yetersiz olduğu için arkasından gidip o makas benimdi diyemedim. Yabancı diliniz yetersizse, çocuksanız, biraz da tutuksanız çoğu şeyi diyemeden unutup gidersiniz.

Almanlar yabancılara çok alışık olduğundan daha ilk kelimenizden ne demek istediğinizi anlarlar. Orada farklı dilden iki yabancı birbirini çok zor anlar ancak Almanlar bütün yabancıları anlamakta güçlük çekmezler.

Vatan hasreti, gurbetçiler için daima kanayan bir yaradır. Memleketinizin taşını, toprağını; köyünüzün kedisini, köpeğini bile özlersiniz. Ömrünüz gurbet türküleri dinlemekle geçer. Toplamda altı yıllık Almanya deneyimime rağmen bugün bile gurbet türkülerini, Köln bülbülü Yüksel Özkasap'ı burnumun direkleri sızlayarak dinlerim. İki kardeşim orada doğmasına rağmen izin dönüşü ilk iş olarak bir sonraki yılın uçak biletlerini alırlar. Ne kadar yaşarsan yaşa, elin vatanı vatan olmuyor; bir şekilde yabancı olduğunu hissedersin, hissettirirler. Özünü hepten kaybetmişsen, belki senin için sorun yoktur, ancak yine de tam kabullenilmediğin gerçeğiyle er geç yüzleşirsin.

Sevimli entegrasyon (uyum) sözcüğünün arkasına sığınarak adamı bir güzel asimile ederler, çoluk çocuğun elinden kayıp gidince uyanırsın ama iş işten geçmiş olur. Bugün binlerce ailenin çocuğu elinden alınarak Alman ailelerin yanına verilmiş durumdadır. Hattâ bu aile dediklerinin bir kısmı cinsel sapkınlardır. Çocuğunu kurtarmak için yıllarca uğraşmak zorunda kalırsın.

İlk yıllarda okullarda Türkçe eğitim gördük, Almancayı yabancı dil gibi öğrendik. Sonradan herkes zorunlu Almanca eğitime tâbi tutuldu, anadil eğitimine yabancı dil eğitimi kadar bile süre ayrılmadı. Din eğitimi bizim zamanımızda hiç yoktu. Sanırım şimdi de yok.

İlkokul birinci sınıfı, köyde birleştirilmiş sınıfta okuduğumdan Almanya'da ikinci sınıfta çok yetersizdim. Arkadaşlarıma yetişinceye kadar çok fazla efor sarfetmek zorunda kaldım.

Din eğitimi için Müslümanlar bir araya gelerek mescit olarak kullanılan yerler kiraladılar. Buralarda hem çocuklarına Kur'an ve dinî bilgiler öğrettiler hem de Cuma, bayram ve teravih namazlarını kıldılar. Şimdilerde daha büyük ve güzel camileri var Türklerin. Vakit namazlarında da camiler açık ve emekliler için vakit geçirilecek mekân durumundalar. Babam ve birçok hocalık bilenler Türk çocukları dinlerini unutmasınlar diye yıllarını verdiler, mesai saatlerinin dışında çocuk okuttular. Sonradan Diyanet ve çeşitli cemaatler çocuklara, insanımıza sahip çıkmaya başladılar.

Gurbetçi çocuklarının bir okula, bir camiye koşmaları gerekir. Yoksa bir süre sonra kendi kültürlerinden eser kalmaz. Nitekim dinî yapıların ulaşamadığı binlerce, onbinlerce yavrumuz şehrin karanlıklarında yitip gitmiştir. Bu yavruların dramatik hayatları hep dillerde, hep hatıralardadır.

Kültürü yok eden, nesilden nesile aktarımını engelleyen şeylerden biri de yabancılarla evliliktir. Bugün kanıksanan bu durum, geçmişte çok acıklı hikâyeler ortaya çıkarmıştır.

Okula gelip giderken Almanlardan çok Roman çocuklarından korkardık. O yüzden okula toplu gider, toplu gelirdik. Zira yalnız yakalandığımızda dayak yeme, paramızın alınma ihtimali çok yüksekti.

Avrupa'ya giden ilk kuşak zaten işçi olarak gitmişti, onların çocukları olan ikinci kuşağın kahir ekseriyeti, daha çok dil problemi nedeniyle çok başarılı olamadı ve üniversite okuyamadı. Türkler ancak üçüncü kuşakla birlikte iyi liselere akabinde üniversiteye gitmeye başladı.

Gurbetçiler ve çocukları çoğu defa ikinci sınıf insan muamelesi gördüler, aşağılandılar. Okul yönlendirmelerinde yanlı tutumlara maruz kaldılar. "Sen işçisin işçi kal" mantığı çerçevesinde daha çok üniversiteye gidilemeyen okullara yönlendirildiler. İşçi sınıfı dışına çıkmak, ülkeye geliş mantığına ters görüldü. Gelinen noktada bu sakat anlayış, büyük oranda geride kalmış görünüyor.

Gurbetçiliğin en acı tarafı ise, ne geldiğin yerin ne de gittiğin yerin tam olarak seni kendisinden görmemesidir. İki tarafta da kendini biraz yalnız, biraz da farklı hissedersin/hissettirirler.

Düşük ücret, ağır ve kötü işler göçmenlerin yazgısıdır âdeta. Hele de kaçak yollardan geldiysen karın tokluğuna çalışmak zorunda kalırsın bazen. Sürekli yakalanma korkusuyla tedirgin yaşarsın.

Mültecilik, göçmenliğin en ağır hâlidir. Kamplara sıkışmış/sıkıştırılmış hayatın bazen hapislikten farkı yoktur. Hep ülkene döneceğin günlerin hayaliyle yaşarsın. Gündelik iş bulabilen kendini mutlu sayar. Bir gözün daima yardım konvoylarındadır. Yardımlar olmazsa ayakta kalamaz, yaşayamazsın. Diktatörlük daha mı iyiydi diye sorgulamaya başlarsın. Sığındığın ülkede istenmediğini bilir, elinden bir şey gelmez, kahredersin kimi zaman.

Mülteci çocuğu olarak küçük bir yanlışın abartılır, şiddete maruz kalırsın. Korkudan yalnız gezemezsin, birkaç kişi gezince çete muamelesi görürsün. Kişilik ve kimliğin önemsenmez. Bazen satın alınacak bir eşya gibi hissedersin. Kızların yaşlı adamlara ya da ikinci eşliğe lâyık görülür.

Başın dik gezemezsin, potansiyel suçlu gibisindir. Dil bilmez, duygularını ifade edemezsin. Cahil ve işe yaramaz kabul edilirsin. Haksızlığa uğrarsın, yutkunursun, hakkını arayamaz, lâ havle çekersin.

Suriyeli çocukların hayatı, Avrupa'daki birinci kuşağın yani bizlerin hayatına bazı yönlerden ne kadar da benziyor. Önce çoğu yerde apartman dairelerinden oluşan Geçici Eğitim Merkezlerinde kendi dillerinde eğitime başladılar. Türkçe de öğrendiler. Bir iki yıl içinde Geçici Eğitim Merkezleri kapanacak ve Suriyeli öğrenciler tamamen bizim eğitim sistemine alınacaklar.

Aileleri şimdiden Arapçayı unutma korkusu sarmış vaziyette. Bu yüzden okuldan sonra, hafta sonları çocuklarını kendilerinin açtığı Arapça kurslarına gönderiyorlar. Buralarda hem Arapça hem de Kur'an öğreniyorlar. Kısaca iki okula birden gidiyorlar ve çocukluklarını yaşayamıyorlar.

Mülteci çocukları aynı zamanda çalışmak ve aile bütçesine katkı sağlamak durumunda. Bütün aile fertleri çalışmazsa ayakta kalamazlar. Her odasında bir ailenin kaldığı daireler kiralıyorlar ki kirayı karşılayabilsinler. Her birinin hayatını yazsan roman olur, film olur.

Mültecinin kaderinde memleketi göremeden ölmek de vardır. Savaştan dolayı mülteci olanların durumu, hepten dayanılmazdır. Yakınları savaşta ölmüştür, yaralanmıştır, sakat kalmıştır. Gittikleri ülkelerde kendilerini güvende hissedemezler, takip edilirler. Muhalif yapısı güçlü olanlar, zaman zaman infaz da edilir.

Aslında mültecilik kader değildir. Mülteciliğe yol açan sebeplerden biri de sömürgeciliktir. Ülke kaynakları sömürüldüğü için mecburen umut yolculuğuna çıkarlar. Ancak bir kısmı umut tacirlerinin eline düşer, menziline varamadan ya yakalanır ya da azgın sulara teslim olur. Daha yoldayken nice hayaller yok olur, nice ocaklar söner.

Mülteciliğin bir sebebi de sömürgeci ülkelerin iç savaşları körüklemesidir. İç savaşın pençesine düşürülen ülkeler daha kolay sömürülür, kaynaklarına daha kolay el konulur. Geri kalmış ülkeler bir türlü uyanıp da ülkelerinde iç huzuru tesis edemezler. Çünkü geri kalmış ülkelerin yöneticileri efendilerine bağlı olarak yetiştirilmiştir.

Kendi yaşantımı ve gözlemlerimi baz alarak göçmen çocukların ve ailelerinin yaşadığı zorluklara dikkat çekmeye çalıştım. Avrupa'da göçmen işçilerin ve çocuklarının yaşadığı sıkıntılar daha çok dilden ve yabancı memlekete uyumdan kaynaklanan sorunlardır. Kaçak göçmenlerin ve mültecilerin yaşadıkları sorunlar ise kültürel, ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel boyutlar ve zorluklar içerir; genelde kendilerini güvende hissetmezler, kaygı, endişe ve korku içinde yaşarlar.

Herkesin kendi vatanınında doyduğu ve mutlu olduğu, zorunlu göçlerin olmadığı, insanların kaçak göç yollarında ölmediği, barış ve huzurun tesis edildiği bir dünya dileğiyle...