Hain Fetönün 15 Temmuz darbe ve ülkemizi istila girişimi Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde milletimizin ferasetiyle püskürtüldü. Ancak bugünlerde medyanın muhtelif alanlarında kol gezen haberlerde ülkemizde yeniden bir darbe olacağı ihtimali dilden dile dolaşıyor ve konuşuluyor. Şu halde gerekli dersler ya çıkarılamadı ya da hala işin tehlike boyutu bu kadar şehit ve gaziye rağmen anlaşılamadı.

Öyleyse bir hatırlayalım Türk İslam tarihimizin ilk asker destekli ulema darbesi nasıl gelişti ve sonuçlandı? Tarihimizin bu ilk darbesi bugünümüze dair bize ne söylemektedir?

suni “Karahanlılar” takma adıyla şimdiye dek yutturulmuş olan, ancak gerçek adı tarihî kaynaklarda “Türk Hakanlığı” olarak kaydedilen İlk Müslüman Türk devletimizde Ahmed Han (öl.995), devlette bürokrasiyi temsil eden (vezir, kadı, muhtesip, hatip, reis, müderris vs.) ulema sınıfı tarafından asker destekli bir darbeye maruz kalıyor. Türk İslam tarihimizin bu ilk darbe planı şöyle: Ülkenin vilayetlerinden Kâsân hâkimi isyan edecek, Ahmed Han’ın da buna karşı harekete geçmesi istenecek ve bu sefer sırasında kendi maiyetindeki askerler Ahmed Han’ı tutuklayacaklardı. Plan başarı ile uygulandı. Sefere çıkarak Kâsân Kalesini kuşatan Ahmed Han’ın muhafızları bu sırada bir fırsatını bularak onu tutukladılar ve hakanlığın başkenti Semerkand’a getirdiler. Kadı ve fakihlerin hazır bulunduğu düzmece bir mahkemede onu zındıklık ile suçladılar. Han Ahmed bu iddiayı reddetti, ancak bir grubun şahitliği ile idama mahkûm edildi. İnfazı yayın kirişi ile boğdurulmak suretiyle derhal ifa edildi.

Bu noktaya nasıl gelindi? Bunun üzerinde duralım zira bu sorunun cevabı, 15 Temmuz’a nasıl gelindiği üzerine yapılan bitmek bilmeyen tartışmalara ve suçlamalara da ışık tutuyor.

Ahmed Han’ın ve aynı zamanda biz Türklerin ilk Müslüman atası Satuk Buğra Han (öl.955), İslam’a mürşidi mutasavvıf Ebu Nasr Sâmânî vasıtası ile girmiştir. Fakih derecesinde İslâmî ilimleri tahsil etmiş ve Seyhun Nehri ötesindeki tüm ülkede İslam’ı yaymak için son nefesine kadar el-Mücâhid ve el-Gâzi unvanlarının hakkını vererek vefat etmiştir. Bu vesile ile hakanlık Sünni ve Hanefî dairede tasavvuf kapısından İslâm’a girmiş ve tasavvuf penceresinden dünyaya bakmıştır. Öyle ki Satuk’un çocukları olan Türk hakanları da devlet yıkılıncaya kadar es-Sâmânî silsilene bağlı kalarak, namazlarını cemaatle kılan basit ve sade yaşamlı, derviş meşrepli, samimi Müslümanlar olarak tanınırlardı. Onlar dinin sadece halka değil, kendilerine de yani saray mensuplarına (yöneticilere) da farz olduğuna inanırlardı. Nitekim tarihi kaynaklar bu Türk hakanlarının hiç şarap içmediklerini özellikle vurgularlar. Ayrıca kendi isimlerine bastırdıkları paralarında “Türk” adını yazdıracak kadar Türk kimliklerinin ve geleneklerinin de farkında olan kişilerdi. İyi eğitimli idiler. Mesela, Cuma namazında hutbe okuyan Hakan Şemsülmülk Nasr, muhaddis ve hattat idi. Şiire, sanata, mimarlığa, hattatlığa vb. alanlara merakı olan diğer hakanlara dair de kayıtlar az değildir. İslam medeniyetine en büyük katkıları, Semerkand’da 1066 tarihinde kurdukları Tamgaç Han İbrahim Medresesi (Nizamiye Medresesinden öncedir) ile hastanesi gibi kurumsal nitelikli ilk medreseleri ve şifahaneleri kazandırmaktı. Adaleti eksen edinen yönetim anlayışları, açı doyurmak ve çıplağı giydirmek esasına dayanırdı. Halkı ezmek isteyen fırsat düşkünlerine fırsat verilmezdi. Kısaca halka hizmet her şeyden önceydi onların nazarında. Adaletin, ekonomik refahın, asayiş ve huzurun zirve yaptığı ve pek çok alt yapı yatırımları (sulama kanalları vs.) ve imaretlerin yükseldiği bir ortamda bunların banisi hükümdar Tamgaç Han İbrahim (öl.1068), bürokrat-ulema sınıfından Seyyid Ebu’l-Kâsım es-Semerkandî’yi idam ettirdi.

Neden es-Semerkandî’yi idam ettirdi? Tamgaç Han İbrahim ki, Semerkand’a girişi sırasında kendisine başkasının boş bir arazisinden bir demet çiçek veren yakışıklı bir gencin, şeri hükmün uygulanarak kolunun kesilmesi talimatını veren, hükmü ağır bulan kadılara hitaben “suçlunun kim olduğuna değil, mazlumun gönlüne bakılmasını” salık veren bir adalet hassasiyetine sahip birisi idi. Hatta devrin fıkıh kitaplarında onun “müeyyidüladl (adaletin destekçisi)” unvanına nispetle müeyyidüladliyye dirhemleri para birimi olarak meşhurdu.

Seyyid Ebu’l-Kâsım es-Semerkandî’nin öldürülme sebebi aslında çok açıktır. Tamgaç Han İbrahim, Mâverâünnehr (bugünkü Özbekistan ve Tacikistan)’de devletini adem-i merkeziyetten güçlü bir merkezî yapıya kavuşturmak istemiş, bunun için ülkedeki yerel unsurların siyasi imtiyazlarına son vermiştir. Bu şartlarda pek çok şehrin ve yerleşim birimlerinin bulunduğu bu zengin ülkede devleti yönetmek için daha fazla memura ihtiyaç hâsıl olmuştur. Tamgaç Han İbrahim bu amaçla bizzat kendisi vakıflar tahsis ederek, çağının ötesinde kurumsal nitelikli (müstakil binası, kütüphanesi, yurdu, düzenli gelir getiren kaynağı ve yıllık bütçesi, maaşlı hocaları ve çalışanları, burslu daimi öğrencileri, ekolü ve sistemi olan) medreselere öncülük etmiştir. Bu okullarda sadece Hanefî Reisliğine bağlı Hanefi mezhebinden olan hocalara yer verilmiş ve onların yetiştirdiği öğrenciler de kısa sürede ülkenin bütün bürokrasisini doldurmuştur. Bu durum da hakan ve ailesinin Hanefî Reisliğinin veya taraftarlarının teşkil ettiği bürokrasinin vesayeti altına girmekle karşı karşıya bırakmıştır. Nitekim bu sınıf, hakanları istedikleri kişileri öngördükleri bürokratik makamlara atatmaya mecbur bırakır oldular. Bu olmadığında hakanı yerden yere vuran din örtülü tenkitlerini ve seslerini yükseltiler. Bu o kadar ileri gitmişti ki, dinî sahada otorite olacak kadar dine vâkıf olan ve ona göre yaşayan Tamgaç Han’ın oğlu Hakan Şemsülmülk Nasr’ı çileden çıkarmıştı. Hakan Şemsülmülk Nasr da tahta çıkışta kullanabilecekleri rakibini destekleyen ve siyasete bulanmış Hanefî Reisi Ebû İbrahim es-Saffâr’ı idam ettirdi. Diğer taraftan meşhur âlim Fakih Şemsüleimme es-Serahsî’yi hapse attırdı. Zira Ulama sınıfı bürokratik vesayetle artık alenen iktidarın ortağı gibi davranıyordu. Üstelik bir de siyasi imtiyazları elinden alına yerel zenginlerden (dihkanlardan) boşalan iktisadî alanı da ulema sınıfı mensupları doldurmuştu. Sosyal, ekonomik, dini-hukuki ve bürokratik büyük bir gücü temsil eden ulema sınıfı buna rağmen baskısını devam ettirdi. Tamgaç Han’ın diğer oğlu Hakan Hızır, ulemâ sınıfından el-Kâsânî el-Hanefi’yi vezirlik makamına getirmek zorunda kaldı. Ancak bu fazla sürmedi. Hakan Hızır’ın yerine geçen oğlu Ahmed Han ile vezir Kâsânî el-Hanefi’nin arası açıldı. Çünkü ulema sınıfından olan bu vezir, Semerkand’ın bir kazası olan Herkân’da kendisinin vekilliği makamına Ebu Muhammed el- Herkânî’yi getirmek istedi. Bu talep Ahmed Han tarafından reddedilince el- Herkânî kaçarken, tenkitlerine devam eden vezir öldürüldü.

Buradan çıkan sonuç şu ki, Tamgaç Han İbrahim’in Seyyid Ebu’l-Kâsım es-Semerkandî’yi öldürmek zorunda kalmasının esas nedeni, hakan olarak kendi meşru iktidarına karşı es-Semerkandî’nin bürokratik ve iktisadî vesayet yoluyla iktidara ortak olma çabası idi. İşte bu nedenle Tamgaç Han’ın torunu Ahmed Han, hem bürokraside hem de özellikle iktisadi alanda onlara karşı gerekli tertipleri almaya başladı. Bir taraftan onların alternatifini oluştururken, diğer taraftan tebdil-i kıyafet ile bizzat yaptığı denetimler sonucunda onların haksız mal ve mülklerine el koyarak, hazineye aktarmaya başladı. Durum Bürokrat-ulema sınıfı için ciddi ve dayanılmaz bir hal alınca, Sünni dairenin diğer bir kolundan âlimi hac bahanesi ile ülkeden çıkartmayı başararak, onun vasıtası ile devrin büyük devleti Selçukluların Sultanı Melikşah’ı ülkeye davet ve ülkelerini işgale teşvik ettiler. Melikşah büyük bir ordu ile Mâverâünnehr’e gelerek, Ahmed Han’ı Semerkand’da kuşattı. Halk tamamen Ahmed Han’ın yanında yer alırken, ulema sınıfı Melikşah’a destek oldu ve ülke Selçukluların eline geçti. Han Ahmed tahttan indirildi ve Selçuklu başkentine gönderilerek gözetim altına alındı. Ancak çok geçmeden Melikşah Mâverâünnehr’de istikrarı sağlayamayınca Selçuklu himayesini tanıması karşılığında Ahmed Han’a tahtını iade etti. Ahmed Han, Selçuklu ülkesinden getirdiği alternatif askerlerle Bürokrat-ulemaya karşı kontrolü sağladı ve onların gücünü kırmak için mal ve mülklerini müsadere etmeyi sürdürdü. Bu şartlarda ulema sınıfı Askerler arasındaki gizli adamları vasıtası ile planladıkları darbeyi başarıya ulaştırdılar ve 1095 yılında Kâsân Seferi sırasında tutukladıkları Ahmed Han’ı düzmece bir mahkeme ile idama mahkûm ederek öldürttüler.

Türk İslam tarihinin bu ilk darbesi bize bugünler için ne söyler?

Tamgaç Han İbrahim devleti merkezileştirirken yerel unsurlara (asilzadeler, zenginler vs) geçmişte verilen siyasi imtiyazları kaldırdı. Ülkedeki İsmailîler gibi sapkın inançlıları sindirdi. Bunların yerine kendi inanç temizliğinden ve iyi niyetinden ülkenin bütün okullarını, sosyal ve iktisadi alanları tek bir mezhebin taraftarlarına emanet etti. Böylece kendi düşmanını kendi yarattı. Bürokrat-ulema sınıfının bütün ülkeyi saran memurlar üzerinden devlet üzerinde vesayeti kaçınılmaz oldu. Onlardan kendisini kurtaran da halkın gönlüne işleyen hizmetleri oldu. Es-Semerkandi’yi öldürmesi nedeniyle ulemanın “Sen hakanlığa layık değilsin?” şeklinde şiddetli tenkidine karşı halk, hakanın sarayına yürüyerek; “Hayır, hakanlık senin hakkın ve işindir.” diyerek onun yanında yerlerini aldılar. Bu da onun halka dayalı politikaları ve her daim halka dayanması ile oldu. Halk da ona sahip çıktı.

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Bir kesime karşı mücadele yürütürken, idari kadronu veya mekanizmanı tamamen kendi zihniyetinden dahi olsa tek bir gurubun eline bırakmayacaksın. Aşırı iyi niyet saflık olur. Zira gün gelir kendi elinle, kendi getirdiğin, kendi zihniyetinden olanların esiri veya kurbanı olabilirsin. Bu nedenle belli eksende veya dairede veya ortak bileşende mümkün mertebe her kesimi içine alan dengeli bir dağılımı muhakkak gözetmek gerekir.

Nitekim 15 Temmuz öncesinde bu dengenin bir gurup tarafına gizli veya açık değiştiği gerçeği görülmek istenmedi. Halbûki Ak Parti’nin kuruluşunda ve iktidarının ilk yıllarında bu denge görülebiliyordu. Ancak ilerleyen yıllarda bazı kesimlerle mücadele ediliyormuş kılıfı altında bu denge Fetö lehine hızla değişti. Nalıncı keseri gibi veya Rabbena hep bana misali bütün kurumları bir kanser gibi sardılar. Sosyal ve iktisadi alanları da boş bırakmadılar. Bu güçle nihayet, dönüp Sayın Cumhurbaşkanımızı hedef aldılar. Ancak onun tek dayanağı olan Türk halkının feraseti, direnişi ve dik duruşu karşısında darbeyi başarıya ulaştıramadılar.

Ülkemiz uçuruma ramak kala kurtuldu. Hatta aynı zamanda dış istiladan da kurtuldu. Ancak hakanlık bu kadar şanslı olamadı ve Selçuklu hâkimiyetine girdi. Burada bir detaya dikkat çekmekte fayda var. Ahmed Han bürokrat-ulema sınıfının gücünü kırmak için onların mal ve mülklerini hazineye aktarırken, bürokrat-ulema sınıfına dâhil olmayan ancak bu sınıf ile dairede bir olan başka bir mezhebin elemanı devreye sokuldu. Bu zat, Hac yalanı ile ülkeden ayrılarak doğruca Isfahan’a Selçuklu Sultanı Melikşah’ın huzuruna geldi. Bu sınıfın gizli mektuplarını ona verdi ve Sultanı Mâverâünnehr’i ele geçirmeye teşvik etti.

Bu örnekteki gibi Fetö ile mücadele edilirken onların tedip edildiği ve sıkıştırıldığı bir sırada devreye Fetö ile aynı kökene dayanan bazı diğer gurupların devreye girebileceği aşikâr olup, bu yöndeki durumları mercek altına alınmalıdır. Aksi halde belanın bumerang gibi dönebileceği unutulmamalıdır.

Ahmed Han esaretten kurtulup yeniden tahtına kavuşunca devleti ve halkı bu sınıfın vesayetinden kurtarmak için onları tedip etmeye canla başla çalıştı. Fakat onlara alternatif kadroları hem askeriyede hem de sivil bürokraside gereği gibi oluşturamadı ve çoktan etrafına sızmış en yakın muhafızları tarafından sefer sırasında tutuklandı ve sözde bir mahkemeden sonra idam edildi. Sonuç hüsran oldu. Ülke önce Selçukluların sonra Moğolların hâkimiyetine girdi. Faturayı sadece onlar değil, bütün İslam dünyası ödedi.

Bu günlerdeki darbe tartışmalarına bakıldığında aslında tablo aynıdır. Fetö ile mücadele edilirken alternatif ve dengeli bir kadro oluşturmanın ne denli önem arz ettiği bir kez daha görüyor. Halbûki Sayın Cumhurbaşkanımızın imzası veya iradesi ile bürokraside köşe başlarını tutanlar, ne ölçüde bu iradeyle örtüşen hassasiyette yönetim gösteriyorlar? Esas sorulması gereken sanırım budur. Kendisini atayan iradeye rağmen, bunu unutup birlikte yürümekte ısrarlı olduğu zillet, hâlâ nalıncı keseri gibi kendine yontmaya devam edebiliyorsa, kurumların içi boşaltılıp hızla kadrolaşıyorsa, elbette her zaman darbe tehlikesi olacaktır. Bunlardan fetöyle mücadele beklenebilir mi? Mesela, Edirne ölçeğinde bu soruya nasıl cevap verilebilir? Devletimizin başındaki hâkim iradeye rağmen, kendisini atayanı unutup, onu yok farz ederek cumhuru zilletin eline düşürmeye ve zillette boğmaya kimsenin hakkı var mı? Gerçek şu ki, kurumlarımızda cumhurun dengeli dağılımı ve bunu gözetenler iş başına getirildiği sürece devletimiz ve milletimiz, değil darbe her türlü zilleti bertaraf etmeye fazlasıyla muktedirdir.

Prof. Dr. Ömer Soner HUNKAN, Edirne, 17.02.2020