An gelir kelimeler bir isyan çağrısıyla bağırır da duyamazsınız ruhunuzun sesini. An gelir dünyanın gürültüsünden, sonu gelmeyen telaşlardan uzaklaşmaya, kalbinizin hayata merhaba demiş bir kelebek kadar heyecanlı uçarken dala konmasına, yavaşlamaya, anlamaya ve idrak etmeye zaman bulamazsınız. Size ‘burası dünya ve sen ölümlüsün’ diyen bir ses ararsınız bazen. Ama ne hikmetse kelimeler de oruç tutar. Kendinizle baş başa kaldığınızda okuyacağınız bir mektup yazmak istersiniz. Fakat an gelir kalem inziva hali yaşamak ister yazmak isteyip de yazamadıklarıyla..

İşte böyle zamanlarda uzaklardan gelen bir leylak kokusu duyarsınız. Şimdilerde baharla, yağmurlarla birlikte gelen bir misafir. Gelirken o kadar çok hediye getirir ki hayatında ilk kez sahura kalkan, pencere önünde heyecanla davulcu bekleyen bir çocuk gibi neşe dolar insan. O gelmeden önce şehirleri yağmurla yıkamıştır Allah, gül kokulu yollar, mahyalarla süslenmiş camiler hep onun içindir. Hoş geldiği gibi bizi de hoş bulmak ister. Ama çoğu zaman tanıyamaz modern insanı. Bir türlü vazgeçemememiştir alışkanlıklarından, bir türlü yönetemez kendini. Hep sahte dertlerin peşinden koştuğu için, kendi özel dertlerinin altında kalır. “Nasıl yani başka dertlerle de mi ilgileneceğiz?” sorusunu da içinden geçirir modern yalnızlığın öznesi. Evet evet, yaşadığın bütün bu anlamsızlıklardan seni uzaklaştıracak olan yegâne unsurların başında başka hayatlara dokunmak, başkasının gözyaşıyla ağlamak var ey insan! O aradığın ve uğruna birçok şeyi tükettiğin mutluluklar, ancak başka mutlulukların sebebi olduğunda anlamlı.. Belki fark etmiyorsun o konforundan asla taviz vermediğin hayatı yaşarken. Ama yaşadıklarının hayalini dahi kuramayan niceleri var yaşamın ağır yükü altında sarp yokuşu tırmanan. Nice çaresizlikler, nice hikayeler var o görmek istemediğin arka sokaklarda..

Yetimin elinden tutmadan, egonu başınla birlikte secdeye koymadan, insana ayet gözüyle bakmadan, kardeşin için karşılıksız iyilik yapmadan oruç tutmak istiyorsun. Üstelik bütün bunlara rağmen orucun da seni tutmasını bekliyorsun. Her akşam lüks sofraların hayalini kurarken, misafirler geldiğinde üç çeşit yemeği ‘az’ görürken, her gün oruçlu olduğun halde eşini, çocuklarını, iş arkadaşlarını öfkeli bir şekilde incitirken ve günahın avuçlarında yaşarken dünyayı geride bırakmadan ödüllerin en güzeline talip oluyorsun. Dilinden kalbine inmeyen imanın seni kurtaracağını düşünerek ‘kalbim temiz’ diyorsun. Acaba gerçekten de temiz kaldı mı kalbin?! Sınırsızlığını, aç gözlülüğünü, zaaflarını yönetmek yerine içgüdülerinin esiri olmayı, eşyanın sana sahip olmasını, hakikatin yanına bile yaklaşamamasını mı tercih ediyorsun? İyilik-kötülük fenomenleri arasında kalan herkes gibi sınandığın acıların, yere göğe sığdıramadığın benliğinle de başa çıkamıyorsun değil mi? Oysa oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatı, gökten indirilen bir su gibi. O suyun karışmasıyla yeryüzünün bitki örtüsü boy gösterir; en sonunda bütün bunlar kuruyup, yerinde yellerin estiği çer çöpe döner. Zira Allah her istediğini yapmaya kâdir olandır. (Kehf/45)

Görünenin arkasında bir hayat; münzevi ve gösterişsiz.. Küf kokulu bir evden yükselen yokluğun acısı bakışlara yansımış. Uyumak isteyen çocuklar hasta, gözlerde bir umut çiçeği açmış fakat rengi siyah. Babalar işten çıkarılmış bir mahcubiyetle anlatıyor çaresizliğini, anneler evlatlarının hastalığına derman olacak bir kapı arıyor. İftara yiyecek yok, eşya yok, ilaç yok..! Fakat o cümle hep dillerinde: Hamd olsun alemlerin Rabbine.. Yürüyoruz sokakların kahrını soluyan adımlarla. Dilersen bir âh çekelim dostum! Bütün bu yenilmişliğimize, ne yapacağını bilmeyen hallerimize, sebepsiz hüzünlerimize..

O kapılar çalınsın, o çocuklar da doysun, o anneler de anne olduğunu hissetsin diye geliyor Ramazan. Ulaşabileceğimiz en büyük kariyer olan insan olma serüveninde bizi daha merhametli, daha özgeci, daha ince ruhlu yapmak için her yıl çalıyor kapımızı. Peki neden onu olması gerektiği gibi misafir edemiyoruz? Neden bir infak ayı olan rahmet mevsimini diyet programına ya da festivale dönüştürüyoruz?

Politikanın insanı Rabbinden, ait olduğu fıtrat dininden uzaklaştırdığı zamanlarda, içimizdeki insan yanımızı onarmaya gelen bir terapidir Ramazan.. Partisini din haline getirmiş, kendi gibi düşünmeyeni ‘hain’ ilan eden, başkasına söz söyleme hakkı tanımayan bir zihniyetin orucu bilinçli bir şekilde idrak etmesi mümkün değildir. Zerâfet dediğimiz şey konuştuğumuzda, davranışlarımızda ve ötekine tahammül ettiğimizde kendini gösterir. Öfkeli iken nasıl davrandığımız, orucun bizi ne kadar tuttuğunun bir başka göstergesi. Farklı renkler ve farklı tercihleriyle bu topraklarda yaşayan herkes aynı kıbleye yönelmenin, ortak acılar ve sevinçlerde buluşmanın yollarını aramalıdır. Kâinat sürekli Allah’ın tekâmül yasası gereği değişim ve dönüşüm içerisindeyken insan nasıl olur da değişime kapatır kendini? Sezai Karakoç der ki İnsan ve Oruç şiirinde: “Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır / Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden..” Öyleyse her eylemimiz bizi “yeni bir insan” olma yolunda kâim eylesin. Dilimize lâl, aklımıza furkan, bakışımıza iz’an bağışlasın merhameti kendisine ilke edinen Rahmân..