Kocasaraç'ın "Kurban ve Yolculuk: Zimbabve Notları" adlı yazısı:
"Yola Çıkış: Bir Çağrının Peşinde
Bazen insan yola neden çıktığını ancak yol bitince anlar. Gönlümüzde bir çağrı olur da, onun sesini bastıramayız. Biz de öyle yaptık; iki dertli dostla birlikte Kurban Bayramı’nda Yetim Vakfı adına kurban yardımlarını ulaştırmak üzere Türkiye’den yola çıktık. Gideceğimiz yer, çoğumuzun çocukluk atlaslarında bile yer verilmeyen uzak bir ülke: Zimbabve. Ama bu sadece bir yolculuk değildi; bir iç muhasebe, bir hafıza sorgulaması ve bir insanlık arayışıydı.
---
İlk Durak: Habeşistan’ın Hatırası
Aktarmalı uçuşla ilk durağımız Etiyopya’ydı, yani eski Habeşistan. Burada durmak bile yetiyor insana. Çünkü bu topraklar, bir zamanlar tarihin adaletle yazıldığı yerdi. Necaşi’nin adını duymak bile yüreğe merhamet serper. O, ilk Müslüman muhacirlere kucak açan, adaletle hükmeden bir hükümdardı. Onun hatırası karşısında insan mahcup oluyor: Biz bugün mazluma ne kadar yer açabiliyoruz dünyamızda?
Bu mahcubiyetin gölgesinde zihnimizde şu sorular belirdi: Bir insan sırf yardım etmek için neden dünyanın öbür ucuna gider? Gerçekten yardım mı eder, yoksa içindeki başka bir boşluğu mu doldurur? Acaba bu yol, muhtaca olduğu kadar kendimize de uzanıyor olabilir mi? Belki de bu yardım bir borcun ödenmesidir: Necaşi’ye, Bilal’e, Habeşistan’a gecikmiş bir teşekkür…
Ve bir hatıra daha: Habeşistan toprakları, yalnızca Necaşi’nin değil; Efendimizin sevdiği dostlarından Cafer bin Ebu Talib’in de yoluna şahit olmuştu. Cafer, Mekke’deki zulümden kaçıp buraya gelmişti. Şimdi onun bir zamanlar kaldığı bu topraklardan geçiyorduk ümmetin bir ferdi, mazluma el uzatmaya gelen kardeşleri olarak . Sevgili Cafer, döndüğünde Efendimiz (sav) “Hangisine sevineyim: Cafer’in dönüşüne mi, zafer haberine mi?” demişti. O cümle, insana ve dosta verilen değerin büyüklüğünü anlatır. İşte biz de burada bir kez daha Efendimizin ümmeti olmanın ne büyük bir şeref olduğunu hatırladık ve içimizde derin bir sevinç duyduk: Dönüşler hâlâ kıymetli, kardeşlik hâlâ mümkün.
---
Afrika: İnsanlığın Vicdan Haritası
Afrika… Batı medeniyetinin yüzleşemediği karanlık taraf. Topraklarının altı maden, üstü yoksulluk. Yüzyıllar süren sömürü: kolonyalizm, kölelik, hammadde yağması… Yoksulluğu kaderle değil, sistemli sömürüyle açıklamak gerekir. Bugün “yardım eli” uzatıyor gibi görünen Batı, aslında kendi ayıbını makyajlıyor. Misyonerlik, organ ve uyuşturucu ticaretiyle sömürü hâlâ devam ediyor.
---
Kurbanlıklar ve Teslimiyet
Zimbabve’ye ulaştığımızda ilk durak kesimhaneler oldu. Gördüklerimiz karşısında düşünceler sustu, hisler konuştu. Hayvanlar, tek tek, sessizce sıraya giriyordu. Görünürde her şeyden habersiz gibiydiler ama aslında teslimiyetin sessiz bilgeliğini taşıyorlardı. İçimden “Kurban olmak nasıl bir şey?” diye geçirdim. Asıl sormamız gereken belki de şuydu: “İnsan neye kurban olmalı?” Hırsa mı, şöhrete mi, güce mi?
Bir kurbanlığın gözünden yaş süzüldü. Belki cenneti görmüştü, kim bilir?
---
Doğa, Esaret ve Modern İnsan
Harare’deki doğal parkta 250 yaşındaki dev kaplumbağa Tommy’yi gördük. Sürünerek geçmiş 250 yıl… Ama bu ömür ne taşıyor? Tel örgülerle çevrili aslanlara baktım: “Kendilerini özgür mü sanıyorlar acaba?” Sonra fark ettim, bu soru bize de sorulmalıydı. Modern insan da özgür olduğunu sanıyor. Ama sadece sistemin tanımladığı sınırlar içinde: bir iş, bir maaş, birkaç tercih hakkı… Hepsi bu kadar.
---
Cuma Namazı: Zengin Camiler ve Perişan Yetimhaneler
Cuma günü, Hindistanlı Müslümanların inşa ettiği büyük bir camideydik. Zarif ve tertemizdi. Ama zihnimin bir köşesinde bir soru çınlıyordu: “Bu cami, ülkedeki yoklukla yan yana durabilir mi?” Müslümanlar burada azınlıkta. Ve ne yazık ki o azınlık arasında da büyük eşitsizlik var.
Vaazda kardeşlik, kurban, iyi insan olmak konuşuldu. Güzeldi. Ama camiden çıkıp yetimhaneye gittiğimizde, bu sözlerin ne kadar ağır bir sorumluluk taşıdığını anladık. Yetimhanede 35 çocuk vardı. Duvarlar çatlak, eşyalar eksikti ama gözlerinde ışık vardı. Onlara oyuncak verdik, balon şişirdik, birlikte güldük. Ve bir soru daha doğdu: “Bizi bu kadar uzak coğrafyalarda birbirimize çeken nedir?” Kan bağı değil, dil birliği değil… Sadece ruhların tanıdığı bir kardeşlikti bu. Kurban, sadece etin değil; kalbin bölüşülmesiydi.
---
Bayram Sabahı: Yalnız Değiliz
Bayram sabahı yine camideydik. Binlerce kilometre uzakta ama yalnız değildik. Çünkü müminler kardeştir. Kurbanlar kesiliyor, tekbirler yükseliyor. Etler poşetlere giriyor. Kim bilir bu akşam hangi yoksulun sofrasına umut düşecek? Belki bir yetim ilk defa et yiyecek. Belki bir annenin duası yükselecek semaya. Ve biz, bu dua halkasının bir parçası olabildiysek, ne mutlu bize.
---
Dönüş: Aynaya Bakmak
Zimbabve’ye kurban götürdük, ama dönerken omuzlarımızda daha ağır bir yük vardı: gördüğümüz gerçeğin vicdani ağırlığı. Evimize, düzenimize, konforumuza döndük… Ama biz artık “yerli yerinde” değildik. Kalabalık sofralar, konforlu odalar, parlak ekranlar… Her şey yerli yerindeydi ama içimizde bir eksiklik vardı.
Belki sahip olduğumuz çok şeyle az şey hissedebilmenin boşluğuydu bu. Belki bir yetimin sessiz feryadı, belki bir kurbanlığın gözünden süzülen yaş… Zimbabve’de sadece et dağıtmadık; hakikatle yüzleştik. Kurban bize gösterdi ki, asıl yakınlaşmamız gereken şey, Allah’a, insana ve kendimize uzak düşmüş kalplerimizmiş.
Harare’nin tozlu yollarında yürürken anladık ki, yakınlık fiziksel mesafelerle değil; merhametle, teslimiyetle, sadakatle kurulur. Batı’nın yüzyıllar süren sömürüsüne inat, biz bir tebessümle, bir lokmayla, bir duayla yaklaştık. Ve nihayetinde, kurban edilen sadece bir hayvan değil; bizim kibrimiz, uzaklığımız, yabancılığımızdı.
Aynaya bakınca şunu görüyorum:
Biz oraya sadece yardım etmeye gitmedik. Kendimizi bulmaya gittik. Ve ne kadar uzağa gittiysek, aslında o kadar yaklaştık."