Her şeyin bir dili var, her şey kendi lisanınca konuşur. Rüzgârın sesi, yaprakların rüzgârın sesine karşılık verişi, kulağımızı toprağa dayadığımızda duyduğumuz sesler ve daha niceleri…hepsi bir şeyler söyler ve hepsi zikreder.

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız...” (el-İsrâ, 44)

“...Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvud’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yapmaktayız.” (el-Enbiyâ, 79)

Lisan susunca gönül dinginleşir. Dinginleşen gönül, kendine uygun frekansları arar. Sessizlik, o kadar besleyici o kadar onarıcıdır ki, bazen sadece dinlemek gönlümüzün aradığı gıdayı sunmak olur. Tabiattaki seslerin kendi içindeki fısıltılarını duydukça hayretimiz artar, hayretimiz arttıkça da dış boyumuz tevazu ile küçülüp iç boyumuz büyür. Bu manevi tekâmüldür ve dinleme ustası olmaya, dinleyip kendimize dönmeye ve bu mesajlar çerçevesinde çeki düzen vermeye koyuluruz.

Bazen sadece dinlemek gerekir

Bu anlamanın, kendine gelmenin, beni bu dünyaya gönderen iradenin maksadını kavramaya çalışmanın bir yansımasıdır, olmazsa olmazımızdır. Kulağı gelişmeyenin aklı gelişemez. Duygularının hegemonyasında yaşamayı seçenlerin tercihidir sadece konuşmak, talep etmek ve dinlememek. İnsan gibi insan olabilmek, ulaşabileceği en üst seviyeye kadar ilerlemeye çalışmak, kendi içindeki cevherlerin açığa çıkabilmesi için bedel ödemesi gerekse bile zora talip olmak, bu yolun erdemli yolcularının tercihidir. Bu yolcular, önce dinlerler, önce anlamaya çalışırlar, sonra fikir beyan ederler.

Dinlemek; hayatının anlamını kavramaya doğru bir yolculuktur. Yolcuların azığıdır, beynin ihtiyacıdır, yüreğin gıdasıdır. Suyun sesini, sessizliğin sesini, gecenin sesini, kuşların ötüşünü, insanın konuşmadan söylediklerini dinleyelim, bu öğrenme fırsatlarını nimet sayalım. Bilelim ki, bazen sadece dinlemek gerekir.