Renklerin de tadı kaçtı. Orayı da parselledi beynelmilel ifsad şürekası. Işığı kirletene, renkleri iğfal etmeyi çok görmemek lazım.

Önce beyazı pusuya düşürdüler. Siyah da o hengâmda vuruldu. Üstün ari beyaz ırk soytarılığı ile ilk darbeyi aldı beyaz... Sonra uyuşturucu kod adı olarak kullanıldı. Tıbbi gerekçelerle üç beyaz nitelemesiyle un, şeker ve tuz sanık sandalyesine oturtuldu. Hâlbuki ekmek ve tuz hakkı diye bir derdimiz vardı. Siyah dedim ya az evvel... Kölelik ve aşağılanmanın karanlığında eridi siyah... Biz de siyah deyince bir zamanlar, adını gece gibi siyah saçlarından alan Leyla akla gelirdi. Fuzuli dedemin kemikleri sızlıyor elbet. Zira aşkın en mahrem hâli karasevda da siyah gibi aşına aşına bu şer rüzgarında yitikler defterinde yerini aldı.

Kırmızı, kızıl... Hep öcü tanımlamasının sıfatı kılınmış. Al duvaklar, al yanaklar, al kınalı eller, al bayraklar, al kanlar müstesna meselelerin mefhumu olmasına rağmen hem de! Tahterevalli düzeninde kırmızı düşmana, mavi dost kuvvetlere tekabül ediyor ya, temsilcisi olduğumuz mazinin öz renkleri birbirine nasıl hasım kesilir diye sorarken... Kendimizle olan kavgamız, oturduğu o köşeden pis pis sırıtırken uyanır mıyız acep mevzuya?

En güzel hayaller için pembe demişiz. Çocukluğun olmazsa olmazı pamuk şeker pembedir ya... Aslı astarı olmayan herşeyi pembe ile "tiye" alır olmakla, çocuk masumiyetini darağacına çektiğimizin farkında mıyız? Çiçeklerin şahı gülün pembesi, pembe renkle ayrı düşmeyen kokusu... O rayihayı da harcamışız meğer!

Mavi... Seması, denizi, çinisi mavi olanla... Kanı mavi(!) olan bir olur mu? Nazar boncuğuna hapsedilmiş mavi ağlamaz mı? Hele ki herkese takılan boncuklara sürgün edilmiş mavi! Mavi deyip geçilir mi? Mavi... İnceden inceye semavi... Köksüzlükle göksüzlük... Ne hazin öksüzlük!

Sarı... Hem buğday başağı hem sıhhatini kaybedenin benzi... Trafik penceresinden bakınca yürümek ile durmak arası... Araf bir nevi... İkaz yüklü nedense... Oyundan atılmadan önceki son ihtar. Sendika raconunda Truva atı niyetine... Eskiden hasret yorgunu olan sararıp solardı. O kadar hodbiniz ki; sararıp solmaktan korunmak adına hasretlerimizi de bir tekmede defetmişiz. Hakiki hasretlerle birlikte bizzat kendimizi defnetmişiz!

Yeşil... Çayır çimen, orman, düpedüz tabiat... Hayatın rengi... Maviyle sarının izdivacının meyvesi... Sadece tomurcuklar değil, ümitler de yeşermekten ötürü yeşile teşne... Diriliş rengi bir bakıma... Lakin yeşil de tard edilmiş... Alemi esir eden kâğıdın lakabı yeşil ne yazık ki... Küresel hokkabazlıkların dayattığı her kurgunun omuzunda hep o yeşil kürkü! Çalan söyleyen değişse de hep aynı türkü...

Renklerin tadı kaçtı vesselam! Nakitsiz ve vakitsiz bir grilik çökmüş belli belirsiz... Giderek saydamlaşan yarınların, renksiz ve kokusuz üzerimize geldiğini idrak etsek de... Ya renk körüyüz ya da gözleri tamamen kapalı!

"Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem

Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su"

Dedem Fuzuli şöyle diyor: "Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşlarım mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..."

Fazla söze ne hacet!