Terapist: Baba’nla; çocukken senin açından duygusal olarak doyurucu ruhsal hatıraların neden yaşanmadı? 

Danışan Harun: Babamla biz baba oğul olmamalıydık, bunu savunmuşumdur hep.

Belki komşunun çocuğu olsaydım daha güzel bir ilişkimiz olurdu. Ya da kuzenlerimden biri. Bizim eve misafirliğe gelen çocuklar her zaman babamdan benim hayatım boyunca gördüğüm sevgiden daha çok sevgi görmüştür. Abartısız söylüyorum. Babam bana hayatımda bir defa sarıldı. O da evden kaçtıktan sonra eve geri döndüğüm gün. Öldüğümü düşündüğünü söyledi. Çok garipsedim, yabancıladım bu sözünü. Sanki bana içten ve sevgiyle sarılabilmesi için benim ölmem gerekiyordu.
Ben babamı affettim. Çok uzun zaman aldı, hala sindiremediğim, asla affetmeyeceğime yemin ettiğim bir kaç olay var ama bunlar dışında affettim. Ve babamı affettiğim gün, şunu da idrak ettim; ben babamı ne kadar affedersem affedeyim, ne kadar kabullenirsem kabulleneyim, babamın beni affetmesi ve oğlu olarak kabul edebilmesi için bu dünyadan ayrılmam gerekiyor. Birimizden birimizin cenazesi şu toprağı boylamadıkça aramızda sevgi filizlenmeyecek. Olsun diyorum; ilginç bir durum ki bazı insanların birbirlerini sevebilmeleri için gerçekten birbirlerini dönüşü olmayan bir şekilde kaybetmeleri gerekiyor.

Babamla çocukken ruhsal açıdan doyurucu hatıralarım neden olmadı? Bence bu soru yanlış bir soru. Babamla aramızda bana kendimi bir babanın oğlu gibi hissettirecek, tabiri caizse cinselliğin gelişmediği yaşlarımda bana bir erkeğe sevgi bağıyla bağlı olduğumu hissettirecek, ruhumu bir erkeğin sevgisiyle, hayranlığıyla dolduracak bir bağ neden gelişmedi? işte bu doğru bir soru. 

Ben oğul gibi hissetmedim hiçbir zaman çünkü... 

Baba demekten hep rahatsız oldum, bana: "filancanın oğlu musun sen?" diye sorulmasından hep rahatsız oldum, bunun nedeni babamdan ciddi şekilde nefret ediyor, tiksiniyor olmam değildi. Onunla aramızda böyle bir bağ yoktu, o bir baba olabilirdi, bir kadının içine boşalacak kadar erkekliğe sahip bir adam olabilirdi, ben de bir oğul, bir mahsul olabilirdim pekâlâ; ama o benim babam gibi değildi, ben de onun oğlu gibi değildim. Küçükken dedeme hep yanlışlıkla baba derdim. Dedemle iletişirdik çünkü, ona her yakınlaşmamda babamı ezip geçerek bana babalık figürünü oynamaktan fersah fersah kaçıyor olsa da, ben onu istediğim yere koydum hep, beni en çok sevdiği yere. Hâlâ da aynı yerdedir dedem. O aradığında koşa koşa açtığım telefonu, babam aradığında cevaplamam. Artık suçlamıyorum ama kimseyi, benim sevgim, benim tercihim. İçimden gelmiyor diyor kapatıyorum konuyu.
Neyse.
Babamla neden aramızda bir aidiyet, bir baba-oğuldan çok babam-oğlum ilişkisi gelişmedi? Neden aramızdaki her şey annemi döllemesiyle kaldı? Bundan daha öteye gidemedi?
Benim bu konudaki düşüncelerim suçlamalardan âri artık. 
Zayıf insanların sesi çok çıkar hesabı. Seçtiğimiz otorite figürlerinin %80'i ciddi kişilik bozukluklarına sahip. Otorite ve güç böyle bir kavram zaten. Güç sandığımız şey gerçek güç değil, bizler dominasyonu gerçek güce tercih etmekle lanetlenmişiz sanki. Aile çatısı altında çarpıtıyoruz bu kavramları. Bir kadının, bozulmuş, yanlış bir adamı kendi arzuları, hayalleri, yahut toplum tarafından içine ekilmiş o yapay içgüdüler çerçevesinde legalize etmesi, cilalamasıyla başlıyor her şey, bu kadın o adamı koca yapıyor, çocuklarına baba yapıyor, evin reisi yapıyor. O kadın o çocuklar olmasa evde o borularını öttüremez erkek kısmısı. Testesteronunun cakasını böyle satamaz. Farkındaysanız işte, bu kadın, bu çocuklar, oturttuğu için o koltukta oturuyor o adam, yedirdiği için yiyebiliyor, baba dendiği için baba oluyor, kadın altına yatıp üstüne çıkardığı için koca oluyor, orgazm taklidi yaptığı için yatakta kendini iyi sanıyor. Gerçekten bu sıfatların gerektirdiği özellikleri kendi nezdinde barındırabildiği, bu donanıma, bu güce, bu erkek kimliğine sahip olduğu için değil. Domine etmesi için sırtına sırtına vuruluyor, hadi geç evin reisliğine oyna evladım, korkma bak arkandayız deniliyor, bu biçareler de otorite figürü, tırnak içinde "figürü" rolünü benimsiyorlar. Babaların yüzde sekseninden bu sıfatları sıyırıp alalım, çıplak gezen finansal köleler görürüz sadece. Kapitalist sistemi suçlayın, toplumu suçlayın, kimi suçlarsanız suçlayın, belki anneler, belki başka kadınlar, belki çocuklar, belki eskortlar, herkes bunun sahte suçlusu olabilir ama gerçek suçlular günümüz erkeklerinin takendileri, kendilerinin bu hale gelmesinden suçlular. 

Toparlarsam eğer az önce söylediklerimi, şunu demek istiyorum özetle:

Biz baba ile oğlu olamadık. 

Annem "baba" de dedi, "babacığım" de dedi. "Babamm" de dedi. Annem terliklerini ayağına vermemi söyledi, annem ona mektup yazmamı söyledi, annem ona saygı göstermemi söyledi, annem onu önceliğim yapmamı, tek tanrıdan başka tanrıya inanılmayan bir ortamda sosyal gereklilikler nedeniyle eve 3 kuruş 5 ekmek getirebiliyor diye tanrı ilan etmemi söyledi, annem onunla oynamaya çalışmamı söyledi, annem ondan başka bir erkeğe değer vermememi söyledi, annem ona oğul olmamı, onu dinlememi, onu özlememi, ona sarılmamı ve daha nicesini söyledi, ve ben ne zaman bu komutlarla babama gitsem babamı bulamadım, karşımdaydı ama baba olarak değildi, kendi manipülatif annesinin etkisinde kalmış bir adam vardı, yetersiz bir koca vardı, sabah akşam muhteşem içten pazarlığıyla cennet cehennem hesabı yapan bir dinci vardı, nasıl zam alacağına yahut annemin üzerine kimi kuma olarak getireceğine kafa yoran, benimle aynı evi paylaşmak ve benimle psikolojik/fiziksel şiddet uygulamak dışında bir iletişimi olmayan, bir adamdı sadece. 

Aramızda natürel bir bağın gelişebileceği bir ortam olmadı çünkü çocukluğumdan itibaren beni hep şekillendirmek istedi, terbiye kavramını kalıplaştırma ve değiştirmeyle karıştırdı, beni olduğum gibi kabullenmedi. Düne kadar cinsel yönelimim yüzünden beni kabul etmiyor diye üzülüyordum sonradan fark ettim ki babam beni hiç kabullenmemiş, konuşmaya, kendi fikirlerimi üretmeye, kendi yargılarımı oluşturmaya başladığım gün, kendim olduğum gün, ve ona benzemediğimi fark ettiği gün soğumuş benden. Belki kendisini çok sevdiğinden, belki de kendi felsefeleri doğrultusunda yaşanmayan bir hayatın sefaletle eş değer olduğuna hükmettiğinden. 

Ama ben onu sevebilirim, istersem, fikirlerinden, bana yaptıklarından, günahlarından ve suçlarından soyutlayarak, onu kendi cehenneminden çıkarıp, allayıp paklayarak bir meleğe dönüştürebilir, idolize edebilirim. Bununla övünmüyorum ama oğullar babalardan büyüktür, çocuklar babalarından büyüktür, herkesin bir tanecik babası vardır çünkü, yere göğe sığdıramadığı, yerine hangi erkeği koyarsa koysun açtığı boşluğu dolduramadığı bir tanecik baba. O yüzden çocuklar, bilhassa oğullar babaları için canlarını vermeye daha yatkındırlar, babaları için gözyaşı dökmeye babalarının kendileri için dökeceği gözyaşlarından daha ehildirler.

Ben resim yapardım, çok. Görsel uyarıcılara çok açık bir çocuktum. Biraz da yaşadığım izole hayat nedeniyle çok gelişmiş bir hayal dünyam ve gerçekliği çarpıtma ve yeniden yorumlama gibi yeteneklerim vardı. Resim bunları dışa vurabilmemin en kolay, en doğru yoluydu, tabi o zamanlar bunu böyle idrak etmiyordum. Sadece resim yapmayı seven bir çocuktum. Babam ise resim yapmanın, hatta biraz daha öteye gideyim; sanat denen çatının altında toplanan her şeyin, dini kuramlara karşıt olduğunu, sanatın insanın içindeki nefis denilen o siyah, şeytani kökleri beslediğini, insandan nuru eksilttiğini ve daha nice çarpık yargıyı savunuyordu. 

Kalemlerimi kırdı, anneannemin bana hediye ettiği suluboyaları hep çöpe attı, defterlerimi çizimlerimi yaktı. Ben daha çocuktum. Ama bu beni durduramaz dedim, hayalimden çizdim. Gece yatağa yatınca gözlerimi kapatıp kağıt kalemi hayal eder, kafamın içinden çizerdim. Bunları hatırlayınca kızıyorum sadece. Ayıp etmiş, hem de çok. Bir çocuğun kalemi kırılmamalı, kağıdı yırtılmamalı. Ben hala çiziyorum, çizebiliyorum. Çok da güzel şeyler çiziyorum. Artık resimlerimi babamdan saklamıyorum, babam benim resimlerimden saklanıyor.

Babamla konuşmaya çok çalıştım. Bugün hâlâ devam eden sosyal anksiyetemi yani bütün içsel kaygılarımı ona borçluyum. Çocuk aklımla söylediğim şeylerle çok dalga geçti, aptal yerine koydu, salak muamelesi yaptı. Çok güldü eğlendi sağ olsun ama hiç ciddiye almadı. Ben abartmaya başladım mesela, insanları, olayları, her şeyi, kafamın içinde bulunup ağzımdan çıkan şeylerin asla ciddiye alınmaya değer olmadığını düşündüğüm için kendimi değersizleştirdim. Konuşurken nefes nefese kalmaya her şeyi büyük harflerle anlatmaya çalışmaya başladım. Gün geldi bir insanın beni dinlememesi en çok korktuğum şey oldu. Abartmıyorum derken bile abartır oldum. En çok da onunla konuşmaktan korktum. Ne zaman ağzımı açsam bana söylediğim şeyin içerisinde teolojik bir hata olduğunu söyleyen, susmam konusunda ısrar eden, cahil olduğumu savunan bir adama karşı ben 6-7 yaşlarında bir çocuktum. 

Afaki geliyor belki okuyana yaşananlar. 

Babam benimle akademisyenlik oynadı, mühendislik oynadı, allamecilik oynadı, imamcılık oynadı, cellatlık oynadı, kabadayılık oynadı, ama babam benimle babacılık oynamadı. En kısa tabirle bu sanırım. O oğlu olmasını istemedi belki de. Ya da umduğundan farklı bir oğlu oldu. Cumartesi günleri arabayı yıkayan, her akşam ayağının altına terliğini tutan, sosyal ortamlardaki ve reel hayattaki ezikliğini, karaktersizliğini, içinin boşluğunu görmezden gelip onu hep anası olacak kadın gibi, karısı olacak hatun gibi pohpohlayacak minik bir baba istedi herhalde en çok da. Hayran olunmak, tapılmak, bir yere konmak, otorite sayılmak istedi. Ama ben bir çocuktum, zeki bir çocuktum. Onun benim kahramanım olamayacak kadar güçsüz olduğunu içten içe sezerdim. İç dünyam çok büyüktü ve her akşam 9u çeyrek geçe babamın ayağına terlik vermekten daha önemli işlerim olurdu. O terlik gelmediği için dayak yediğimi bilirim. Sevgisizlikten, kabullenmeyişlerden inatlaşmalar, inatlaşmalardan şiddet, şiddetten de nefret doğdu. Kim demiş babalar doğuramaz diye. Benim babam hayatımdaki nefretin, acının, korkunun annesi oldu.

Ben kendime babalık yaptım, yapamadığım yerlerde kadın oldum hayatıma erkek soktum, hayatıma soktuğum erkeğin yeri geldi küçük oğlu, küçük kızı oldum. Bir erkeğin sevgisini elde etmek için her kılığa girdim. Her şeyi mübah saydım. Sonra bir gün bir şeyler oldu ve ben durup baktım ki babam beni sevmediği için ben de kendimi sevmemişim. 20 senelik sancıların sonunda kendimi sevmeyi öğrendim. Kilo aldım. Çok içtim. Çok çektim burundan, yapmaktan korktuğum her şeyi yaptım. Kapasitemi gördüm, zayıflıklarımı gördüm, kendimi tanımaya başladım, tanıdığım kadarını sevmeye başladım. Kendimden ödün vermeyi kendime yasakladım. Seksi duygu ticareti borsasının değerli hissesiymiş gibi kullanmayı bıraktım. İnsanlara sarılmak istediğim, insanların bana sarılmalarını istediğim, insanlar tarafından sevilmek istediğim zaman onların altlarına yatmadım, gelip beni sevmelerini, bana sarılmalarını, buna ihtiyacım olduğunu söyledim, sağ olsun bazı insanlar ki, üç beş can dostum oldu aynı duyguları paylaşabildiğim. Daha az canım yandı bütün bunlardan sonra. Kendime fotoğraf makineleri aldım. Ve lensler. Babamın yıktığı, yıkmaya çalıştığı içimdeki o evi onardım. Oraya kalemler, kağıtlar koydum, duvarlarına resimler yaptım, hatta geçenlerde gittim cebimde sigara almaya param yokken 4 aylık maaşımla oturup dijital ortamda çizebilmek için 6 senedir hayalini kurduğum bir cihaz aldım kendime hediye ettim. Çünkü içimdeki çocuk bunu hep isterdi. 
Ben artık kendimin babasıyım. Kendim gibi bir çok insana babalık yaptım, gün gelecek kendimden olan çocuklara da babalık yapacağım belki.
Babamı en çok da bu yüzden affediyorum. Onun sayesinde iyi bir baba olacağım, iyi bir eş, iyi bir dost, iyi bir adam.

Daha sayfalarca, satırlarca yazabilirim. Ama gerek olduğunu düşünmüyorum. Özetlemek, vurgulamak istiyorum bazı şeyleri. Bütün bu karmaşanın, kaosun, savaşların ve bozulmuş toplumların içerisinde annelerden çok babalara ihtiyacımız var. Dişi kuşlar yuva yapamıyor artık, yapmasınlar da, hep onlara yaptırdık bu yuvaları, gerçek hayatta yuvaları erkek kuşlar yapar, dişi kuşlar yumurtalarını hangi ağaca bırakmak istediklerine karar verirler sadece. Kendi toplumumuza odaklanırsak, teoloji hastası babalarımız cennet hayallerinde yüzerken kendi öz evlatlarının hayatlarını cehenneme çeviriyorlar. Kişiliklerini küçük kafeslere hapsediyorlar. Bonsai ağacını bilirsiniz, normal bir fideyken alınıp kökleri hep ufak bir saksıyla sınırlanır, o heybetli meşeler, çınarlar kökleri büyüyemediği için minyatür ağaçlar olarak bizim görsel zevkimize hizmet etme amacıyla ufak saksılar içerisinde sefil yaşamlar sürerler. Çocuklar birer fide değil, birer çiçek değil, birer bahçe değil, sürülecek bir tarla, güdülecek bir hayvan değil, çocuklar insan yavrusudur. Bu noktayı ıskalayan her ebeveyn de, kendi arzuları doğrultusunda manipüle ettiği çocuklarına sorunlu bir hayat sunmaya ve bir kahır yaşatmaya mahkumdur. Çocuklarımız "küçük bizler" değiller, bizden olmak zorunda değil, bizim gibi olmak zorunda değil, bize benzemek zorunda değil, bizim doğrultumuzda gitmek zorunda değiller. Bizlerle aynı hayat felsefesini, aynı ideolojiyi paylaşmak zorunda değiller. Çocuklarınızı insan olarak yetiştirin. Geleceğin radikal İslamcılara, fanatiklere, koministlere, sağ yahut sola, faşistlere, sosyalistlere, emperyalistlere, yeni peygamberlere, yeni tanrılara, dinlere ve daha nicesine ihtiyacı yok, hali hazırda yeterince var bunlardan. O kadar çok var ki; mahvettikleri sistemi düzeltmek için onlardan daha fazlasını yetiştirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bir toplum geçmişinden ders almadıkça kendini bina edemez, bir halk şuura sahip olmadıkça büyüyemez.

Çok uzattım biliyorum.

Babamla biz baba oğul olamadık çünkü:

Babam daha annesiyle olan göbek bağını koparıp bir erkek olamamıştı. Yanlış eş seçimi yapmıştı. Karısını mutlu edecek bir koca olamamıştı, olamazdı da zaten. Kendi ruh sağlığını önemsememiş, bozuk bir temelin üstüne aile dediği koca bir dünyayı inşa etmeye/ettirmeye çalışmıştı. Babamla biz baba oğul olamadık çünkü: babam kabullenişi bilememişti, dünyaya bir hayat getirmenin sorumluluğunu kavrayamamış, her şeyi kendi keyfi çerçevesinde şekillendirdiği inancına hizmet etmek için yapan bir adama dönüşmüştü. Babamla biz baba oğul olamadık çünkü: babam sevgi nedir bilemedi, sevmek nasıldır bilemedi, değer nedir öğrenmedi, insan insan derler ya hani, işte babam onu bilmedi. Babam gök bildi, tanrı bildi, kural bildi, ceza bildi, şiddet, öfke, nefret, kan ve kin bildi. Kendi özüne ihaneti bildi. Beni bilemedi/bilmedi, anamı bilmedi kardeşlerimi bilmedi. Biz babamla baba oğul olamadık çünkü, babam uğraşmadı, bizi düşünmedi, emek vermedi, istemedi.
Keyfi bilir.

Teşekkürler baba, ben dünyayı öğrendim. Sevgisizliğinden kocaman bir yürek yarattım içimde, çevremdeki herkes için atan. Ve ben bir tek seni sevmeyeceğim ama, yapabilecek güce sahip olmama rağmen, bir tek seni önemsemeyeceğim, buna ihtiyacım yok çünkü. Ben senin boşluğuna koca bir dünya kurdum, o dünyaya doğdurduğum güneş, seni gölgeleyeceğim sevgiden daha değerli bende.