Hakikati arıyoruz ağaçlara küsen yuvasız kuşlar gibi.. Umudu ellerinde taşıyan kelebeğin dokunmaya kıyamadığımız kanatlarında görüyoruz muhteşem sanatı. Bir yağmur bekliyoruz ruhumuza iyi gelen ve kalabalıktan kaçıp sığınabileceğimiz.. Anlam arıyoruz, dünyeviliğin büsbütün kuşattığı hayatımızda. Biliyoruz ki yanlış giden bir şeyler var. Her defasında değişmek isteyen, haftanın ilk günü yeni bir sayfa açmayı düşünen fakat giderek aynalarda gördüğü kişiyi tam anlamıyla tanıyamayan insanlar olduk. Hep başkalarını suçlayan, hep başkalarına göre şekil alan benliğimiz, topraktan geldiğini ve yine toprağa gideceğini unutarak yaşıyor..

Şehirlerin yağmuru özlediği kadar özlüyoruz bazen kendimizi. Fıtratla sürekli bağ kurmak, ancak ikiz kardeşimiz olan vahyi hayata taşımakla mümkün.. İlâhi Kelam'da rüzgâr/yağmur metaforunun kullanıldığı yerlerde vahye atıf vardır. Zahmetin ardında rahmet, gecenin sonunda sabah olduğu gibi.. Yağmuru müjdeleyen rüzgâr hakikati fısıldar çölleşen yüreklere: "Rahmetinin önü sıra rüzgârları müjdeci olarak gönderen de O'dur.." (25/48)

“İnsanı fıtrattan/Allah’tan uzaklaştıran nedir?” sorusuna cevap ararken dünya karşısında yenilen iradeler ve bu yenilgiyi yaşam tarzına dönüştüren zihinlerle karşılaştım. Bize mütemadiyen hatırlatılması gereken şeylerin listesini hazırlasak ‘ölümlü’ oluşumuz ilk sırada olmalı. Zira yarım kalmış telaşları, bitmeyen işleri sona götüren ve yeryüzünde gururla yürüyen bedeni sonsuzluğa taşıyan tek gerçek odur. “Hatırlanmaya değer bir şey değildin ey insan!” diyor vahiy. Henüz dünya nedir bilmezken sana hayat armağan eden, yokluk gecesini yararak varlığı çıkaran sabahın Rabbinin asla vazgeçemediği kulları olmak bir teşekkür sebebidir..

Gurbetteyiz.. Emanet edilenlerle sınanıyoruz çoğu zaman. Kimi evladı ile imtihan oluyor, kimi eşiyle, işiyle ya da eşya ile.. Çocuklarımızın geleceğine dair ciddi endişeler duyuyoruz bu gayet normal. Ama onları başarının ve kariyerin kölesi olmaktan kurtarmalıyız. Teknolojiyi bir sınır dâhilinde kullanıyoruz ve bu da çağın gerekliliği fakat ona bağımlı modern köleler olmamalıyız. İşte bizi fıtrattan uzaklaştıran dünyeviliğin sebebi iradeyi ortadan kaldıran kölesi olduğumuz nesnelerdir. Herkesin adandığı bir kapı ve yalnızlığına teselli aradığı kalabalıklar var. Gurbet, yalnızca memleket türkülerinden, yöresel yemeklerden ya da sevdiklerimizden uzak olmak değil aynı gönül dilini konuşamadığımız ruhsuz kalabalıklarda yalnız kalmaktır. Asıl yurdunun ebedi âlem olduğunu bilerek yaşayan insan için daha anlamlıdır yaşamak. Ahiretsiz dünyanın ruhsuz bir beden kadar değersiz oluşu ‘benim’ diye sahiplendiğimiz her şeye karşı sorumlu olduğumuzu hatırlatır..

Avrupa’nın hedonist insanı, yalnızlığa terk edilmiş olmanın acısını yaşıyor. Hristiyanlığın geldiği nokta nihilizm, diğer bir ifade ile değersizlik.. Adanmışlık olmayınca başkası için bir şeyler yapabilme duygusu azalıyor. Dolayısıyla değerin yerini fiyat, karşılıksız eylemin yerini menfaat alıyor. Allah’ı gündeminden çıkaran toplumun anlamsızlık tehlikesiyle tükenişi bireyleri yalnızlaştırıyor. Evlatlarının gençliğini sahte özgürlükler uğruna harcayan ebeveynler ne kiliseye çağırabiliyor, ne de söz geçirebiliyorlar. Son derece görkemli ışıklarla süslü evler görüyorum akşam yürüyüşlerinde ama içinde çocuk sesi yok. Yarınları emanet edebilecekleri, insanı medeniyet ve kültürle ayakta tutabilen bir neslin olmayışı ruhsuz cesetlerin sayısını artırmış kaldırımlarda. Belki de bu yüzden, içerisinde insan olmayan kentlere ‘ölü şehir’ der Kitab..

Batı, özgürlüğü içgüdülerin esiri olmak ya da canının istediği her şeyi yapabilmek olarak tanımlıyor. Oysa ki kendini Müslüman olarak tanımlayanlar için Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır özgürlük..

Gurbetini yaşadığımız ebedi âleme doğru nefes nefes tükenen bir yolcuktayız. Hüznün derin yalnızlığa dönüştüğü zamanlarda hatırladığım teselli cümlelerinden biri olsun son söz. Atâullah el-İskenderî’ye rahmetle..
“O’nu bulan neyi kaybeder? O’nu kaybeden neyi bulur?”