Yer yer tartışmaya varan sohbet   uzadıkça uzuyordu. Esasen sohbet, Maarif Platformunun destek verdiği bir proje ve ortaya çıkan kitap üzerine başlamıştı. Birden bire konu maarifi öteleyen ve  ekonomiyi merkeze alan iktidara ve  gündemdeki seçim sonuçlarına geldi.  “İktidarlar,  eğitimi bilgi-sınav meselesi olmaktan kurtarıp medeniyet yürüyüşü haline getirmedikçe ilimden irfana geçişin kapıları açılmayacak,  iktidarların  “hormonlu kalkınma” hamleleri sonuç vermeyecek” dedim. İnşallah bu seçimle gelinen nokta akılları başa getirir, sadece iktidarda değil kamuoyunda özellikle medyada  dikkatler ekonomiden maarife çevrilir  diye temennide bulundum.   

 Bilim tarihçisi Fuat Sezgin yaptığı kapsamlı çalışmaları Batının üzerini örttüğü ilim tarihinin gerçeklerini;  ecdadımızın bilim ve medeniyet hazinelerini ortaya çıkarmıştı. Arkadaşım    iktidarın gafletine ve MEB’in konudaki kayıtsızlığına kızıp duruyordu.  “Bilim tarihinin gerçekleri  hala  ders kitaplarına yansıtılamadı. Bu çalışmalar olduğu yerde kaldı. Son ümidimiz  Bakanlıkça yürütülen  müfredat  değişikliği çalışmaları” dedi.    

Fikirlerine değer verdiğim arkadaşım  Fuat Sezgin’in çalışmalarında eksik kalan  bir nokta bulunduğunu düşünüyordu.  O yüzden  maarif ve eğitim  hazinelerinin ortaya çıkarılmasına dair    yeni projemizi  çok hayati ve önemli buluyordu.*

Ancak anlamakta ve kabul etmekte zorlandığı birkaç  nokta vardı: Hükümetin tek başına maarif meselesinin   üstesinden gelmesinin zor olduğu tez ve   düşüncemi kabul etmiyordu. Arkada halkın, özellikle  STK’ların ve medyanın  durması gerektiğini   beyan ettim, kamuoyu desteğine dikkat çektim.  Bu konuda tezimi güçlendirmek için Cemil Meriç’in meşhur   sözünü naklettim.         

“Tarih kitaplarımız, Haçlıların en büyük zaferidir.”   

Arkadaşım  Cemil Meriç’in  bu  hükmünü  ağır buluyor ve maarif üzerindeki  “Haçlı hakimiyetini”  kabul etmiyordu.    

EĞİTİMİN KİMLİKSİZLEŞTİRME GÖREVİ

Sohbete  şöyle  başladım: 

  “İş yapma biçimimizden evlerimizin düzenine kadar olan tüm güzeller, doğrular ve iyileri biz kendimiz değil “sömürgeciler” belirliyor.  Hayatımız başkalarının kurallarına göre şekilleniyorsa bu neyin göstergesidir?  Bu durum  “sömürgecilerin hakim olduğunu, zihinsel ve kültürel olarak işgal altında olduğumuzu  göstergez mi?” dedim. Sömürge yapının varlığına asla kabul etmiyordu. Sözlerimi  inandırıcı bulmamıştı. 

Sözlerimi şöyle sürdürdüm:  “Bizim hür düşündüğümüz ve kendi aklımızla hareket ettiğimiz kanaatı tam bir yanılgıdır  Eğitimin sınavlardan ve mekanik bilgiden ibaret kalmış vaziyette. Okullarda sürdürülen eğitimin  teste dayalı hali  onun  ilim ve irfandan uzaklaştığını göstermez  mi?   Bu  durum  sömürge yapıya işaret değil mii?” dedim.  

Onunla uyuşmadığımız bir nokta daha vardı. "Eğitimin, Batılı zihinleri insanımıza yüklemek bakımından ‘başarılı’ olduğu ve hükümetlerin  tüm yatırımlarının buna hizmet ettiği" tezime de şiddetle karşı çıkıyordu. “Gençlerde mesela deizm ve ateizmin yükselmesini, insanların dünyevileşme ve kimliksizleşmesini nasıl açıklayabilirsin” diye sordum.

Konunun daha iyi anlaşılması için biraz daha  konuya açıklık getirmem gerekiyordu   Sonuçları ile  konuyu daha görünür hale getirmem lazımdı.  Aslında  insanımızın en  basit şeylerde bile  birbiri ile   anlaşamaması ve birbiri ile kavgalı olması; yani kutuplanmış toplum yapısı  bu ‘tek doğrulu’ eğitimin yan ürünü; yani sömürge düzenin göstergeleri idi.

Sohbetimi şöyle sürdürdüm:     

"Bir ağacı meyveleri gösterdiğine göre,  eğitim ağacının da meyvelerine baktığımızda üretmeden tüketmeyi öğreten, insanımızı lükse ve israfa teşvik eden  bir eğitim ve medya yapısını görebilmeliyiz.  Dünyada Türk insanının  en obez toplumlar içinde yer almasını nasıl açıklayabiliriz? Aynı şekilde meslek kazalarında da dünyada en önlerde olmamızın da eğitimle alakası var.  Bir seçim süreci yaşadık. Son seçim sonuçlarını nasıl analiz ediyorsunuz? Bana göre doğruyu  yanlıştan seçemez halimiz   var. Rüzgar ne taraftan esiyorsa o tarafa meyleder  bir halimiz  var” dedim.

Toplumun “en yüksek enerjiye” sahip kesimi olan genç nüfusa, test çözme becerisinin dışında temel beceri veremiyor… İyi test çözmenin hiçbir iş yerinde geçerli alıcısı yok. Bunları nasıl açıklayabiliriz?”

Muhatabımın sorular karşısında  sessiz halini görünce  cevabı kendim verdim: “Bu yapı ile mevcut eğitim sisteminin tüm masrafları toplum devlet üzerine yıkıyor, üst yetenekli gençleri, toplumun içinden eleyerek, Batı’ya transfer görevi yapıyor.”

Sonra sözlerime şunları da ekledim;

"Eğitimi ithal etmenin sonucu olarak, kendi toplumuna  yabancı, aidiyetsiz ezik özenti tipler çoğalıyor. Halktaki marka ve gösteriş merakını ne ile açıklayabiliriz? Abartılı, ışıltılı, ambalajlı   gösteriş tutkunluğu;  hayatımızın her alanında, her etkinlikte, her evde, her düğünde, her doğum ve ölümde, almış başına gitmişse bunu ancak kimliksizleştiren eğitimle ve okulların yerini dolduran medya ve film endüstrisi ile açıklayabiliriz. Gençlerdeki saçma ve anlamsız  şatafat merakı, nahoş ve gereksiz bir lüks ve konfor tutkusunu…    Sonra sağnak sağnak yağan bir 'kibir sendromu', aklı ve basireti kör eden bir 'ego zehirlenmesini… Tüm bunları nasıl açıklayabiliriz?

Bu konuyu biraz daha açmam gerekiyordu. Sohbetimi şöyle sürdürdüm;

“Eğitim ve medya tüketim toplumu tasarımı üzerine kuruludur. Dinden ve gelenekten uzaklaştırılan insanların özlem duyduğu şey emtia ve tüketim malzemeleri oluyor.   Hayat nefsî isteklerin ve bedenî hazların tatmininden ibaret  hale geliyor.  Bu tüketim düzeni insanı sürekli yoksulluk ve mahrumiyet duygusu içine çektiğinden neticede ‘kıtlık insanı tipi’ ortaya çıkıyor.

İcra dairelerinde 20 milyonu aşkın takip dosyasının bulunması neyi gösteriyor? Bu tablo, modernite ve Avrupa taklitçiliği ile nasıl kandırıldığımızın, çağdaş insanını nasıl kazıklandığının ve sömürüldüğünün resmi değil mi?

MODERNİTE İLE GELİNEN NOKTA

“Moderniteye karşı mı çıkıyorsun” diye araya girdi arkadaşım.

Cevabım şöyle oldu:

“Modernite ile gelinen noktayı şöyle  özetleyebiliriz: Dünyevileşme. Aileleri parçalayarak toplumsal tesanüdü ve dayanışmayı kırdı. Sonuçta parçalanmış hane fertlerine ayrı ayrı eşya ve emtia temini gerekiyordu. Her bir haneyi donatmak gerekiyordu.

Aydınlarımız ve yetkililer modernitenin kuralsızlık, normsuzluk, anarşi düzeni olduğunu farkedemediler. Fıtrat ayarlarına karşı bir saldırı olduğunun farkında değillerdi.

Türkiye'de kentleşme ve modernleşme halkımız kimlik/değer kaybı ile ve kuralsızlık olarak gelişti. İmar barışı için her başvuruyu hane/bina hesabıyla 5-6 kişi sayarsak normalin dışına çıkışın ne kadar yaygın olduğunu daha iyi takdir edilebiliriz.

İnsanımıza köyünde kasabasında bulunduğu şehirde iş imkanı bulup, bahçeli doğal malzeme ile inşa edilmiş bir iki katlı evlerde oturma imkanı verilebilirdi.

Verilemezdi. Çünkü böyle bir anlayış ve uygulama, kapitalist sisteme tersti. İnsanların tüketimci olmasını önlüyordu. Bunun için köyden şehre göç alabildiğine teşvik gördü.

‘Bir iki katlı geleneksel bahçeli evlerde ve yüz bini geçmeyen şehirlerde oturur muydunuz?’ sorusu sorulsaydı muhtemelen ‘modern’ geçinen insanımız ‘şimdiki zamana uyumsuz’ cevabını verecekti. Bu kitleye Avrupa'da bir çok ülkede kent nüfusları ortalama 100 bin" deseniz, muhtemelen inanamayacaktır. Amerika'da halkın büyük bir çoğunluğunun ahşap evlerde yaşadığına söyleseniz muhtemelen yine inandıramazsınız.

Çıkar ve rant haline gelen inşaat sektörünün ağaları medyaya hakim olduğu için böyle bir anlayışın karşısında duracaklardır; doğal ve sade yaşama imkanı veren bahçeli hane anlayışının yerleşmesini istemeyecektir.”

Muhatabımın sessiz dinleyişini görünce son olarak  şunları da eklemek ihtiyacı duydum:

“Türkiye'de son yılların ‘köy kahvaltısı’  modası gibi inanılmaz bir israf bunun açık örneğidir. İnsanlar cebindeki kredi kartlarıyla ya da elindeki cep telefonu ile gösteriş peşinde. Çünkü kültürle kimlik kazanamayan insanlar elindekini hava atma aracı olarak kullanmaktadır. Ezikliğin ve aşağılık duygusunun boyutuna bakın ki sırf deniz kenarında tatil yapıyor desinler diye tatile gidenler az değil.

En yeni evlerde yaşayıp, en iyi arabalara binip, marka kıyafet alıp, sürekli dışarıda yemek yeme alışkanlıklarının temelini araştırın göreceksiniz ki; altında gösteriş merakı ve özellikle aşağılık kompleksi duygusu vardır. Kişilik ve beceri kazandırmayan eğitim, ezik insanların kendilerini moda ve gösteriş model takıntısı ve hava atmak merakı oluşturmaktadır.

Ders kitapları ve medya muhtevası insanımıza şükür kanaat ve iktisat düsturları ; millet ve memleket sevgisi gibi duyguları kazandıracak şekilde hazırlansa ve sunulsaydı lüks yaşama isteği ve savurganlık bu boyutta olmayacaktı diyerek konuyu müfredat ve maarifteki boşluğa okullardaki eğitime getirdim

Eğitimin ilim ve irfan boyutu yoksa, yani eğitim kültür ve geleneği; dini uygulamaları ve değerleri öğretmezse insanlar kompleksli ve taklitçi hale gelecek ve israf ve gösteriş bataklığına düşecektir” diyerek sözlerimi noktaladım.

ÇARE?

“Çare ne” diye sordu arkadaşım bu defa.   “Çare belli. Geleneğin, dini inançların, adet ve törenin yeniden keşfedilmesi ve ders kitaplarına irfan boyutunun getirilmesidirdiyerek kısa yoldan cevap verdim.

Sohbetimizin biteceğini umuyordum ki, “yerli ve milli projeler deyip duruyoruz ama altından hep gayri milli sonuçlar çıkıyor. Bunu nasıl açıklıyorsun" dedi ve ekledi: "Mesela Milli Eğitim ne kadar milli?"

Milli Eğitim için söylenen “ne milli ne de eğitim…  Eritim” sözü aklıma geldi ise de söylemedim. Yerli ve milli kavramlarının ne anlama geldiğini bunu söyleyenler de dahil pek kimsenin bilmediğini hatta çok yanlış yerlerde kullanıldığını  anlatmaya çalıştım. Şöyle devam ettim:  “Bir ‘yerli ve milli’ tutkusudur yürüyor, gidiyor. ‘Yerli’ ya da ‘milli’ tek bir hissesi bile olmayan şirketler ‘yerli ve milli’ ürün ve hizmet reklamları yapıyor. Olur olmaz her yerde kullanılan bir sıfat halini aldı. Aslında yerli ve milli, kültür sahasında geçerli bir kavramdır diyebiliriz; bir fikrin AR-GE sini (tecrübesini, denemesini) yapmadan dışarıdan ithal şeyler süslenip yerli ve milli diye halka arzediliyor. Halkın kendi tecrübe ve duygularının içinden çıkmayan teknoloji ve fikirlerin yerli ve milli olmayacaktır. Bu hususları özetledikten sonra  sözlerimi şöyle bağladım:  

“Gerçekten de bin yıldır uyguladığımız eğitim modelini kavramları ve felsefesi ile bugüne taşımadıkça yerli ve milli ifadeleri boş bir laftan ibaret kalacaktır. Yerli ve milli eğitimi anlatan ve milli eğitimde önemli makamdaki bir müdürü  dinlemiştim. İyi niyetli ve eğitim konularına  da hakim bu müdürümüz konuyu   hep Batılı kavramlarla anlattı. Adına yerli ve milli diyerek aslında seküler eğitimi, ikame edilen sömürü düzenini anlatıyordu.

Evrensel ilkeler gibi kavramları öne sürenler aslında   bizi kandırıyorlar. Eğitimin  tarafsız olacağını zannediyoruz. Tarihin ve edebiyatın tarafı vardır. Hatta fen bilimlerinin de. Bilimler size dininizi, kültürünüzü ve değerlerinizi öğrenmenize yardımcı olmalıdır. Size ülkenizde meslek kazandırmalı; ekmek kapısı olmalıdır.  

Sohbetin bitmesini bekliyordum ki arkadaşım  bu defa araya başka bir soruyla girdi. Bu girdaptan çıkmanın bir yolu yok mu? “Çözüm”  meselesine böylece bir kere daha dikkat çekmiş oluyordu.  Anlattıklarım demekki tatmin etmemişti. 

EĞİTİMİN FELSEFESİ

Sobhetin bitmesini beklerken sohbet daha da koyulaşıyordu:

“Yapılması gerekenlerin başında eğitimin felsefesinin değiştirilmesi gelir” diyerek konuya başladım.  “Çünkü ideali, kızılelması yahut hedefi kendi kültür ve medeniyetinden üretilmemiş olan mevcut eğitim sistemimizin insan yetiştirme şekli ne yerli ne milli. Hatta  ne de kültürel. Bir aidiyet ve kimlik vermiyor.  Aidiyet vermediği bir yana, tüm bileşenleriyle insanımızı Batının seküler kulvarına sürüklemektedir. Gördüğümüz şudur:  Yükseköğretimden okulöncesine kadar güya  küresel dünyanın standartlarını yakalamak için canhıraş çalışıyoruz.  Halbuki tüm bu gayretler,   sistemin  asıl sahiplerinin işine yarıyor;  küresel sermayenin çizdiği sınırlar içine çekiliyorsunuz.  Bu yüzden eğitime  yatırımlar ve   modern imkanlar arttıkça   bu yapının “mankurtlaştırmak”  ve “öğütme” işlevi artarak devam ediyor.

Eğitime felsefe getirerek çözüm bulabiliriz. Eğitim  felsefesi denilen şey hem ontolojik hem epistemolojik hem de ideolojik olarak aidiyetinizi tanımlamanızı gerekli kılar. Bu doğrultuda muhteva ve müfredat   inşa etmeniz gerekir. Yani diğer bir ifade ile ‘yerli ve milli’  olmanız lazım. Yerli ve milli bazılarının anladığı gibi diğer milletlerden ve dünyadaki gelişmelerden kopmak, kendini  izole olmak ve içine kapanmak değildir.   Eğitimi kendi toplumunun hizmetine sunmak ve amaçsızlıktan kurtarmak, daha açık ifade ile sömürü düzeninin etkisinden ve  küreselcilerin hegomonyasından kurtarmak demektir.  Mevlana’nın pergel metaforunu hatırlayalım. Pergelin sabit ayağını medeniyetimize ve inançlarımıza sabitliyoruz. Hareketli ayağıyla bütün âlemi dolaşacak şekilde gençliğimizi  geleceğe hazırlıyoruz

“Son seçim sonucunu konuyla nasıl irtibatlıyorsunuz” diye bir garip soru araya sıkıştırdı arkadaşım.  “Görünen tablo aslında  bize ibretli sonuçlar sunuyor” dedim.  Refahı artan kesimden ve özellikle gençlerden oy alamadı. Çünkü,  eğitime yapılan yatırım gençlerin daha da kimliksizleşmesine yol açtı. Yapılan tesbitlere göre  Türkiye’den memnun olmayan ve yurt dışına gitmek isteyen gençlerin sayısında büyük bir artış varmış. Halbuki Hükümet   eğitime onca yatırım yaptı. Yatırımlar  eğitime felsefe gelmesi ve kimlik kazanması yönünde  olmalıydı. Destekler,  eğitimin muhteva ve irfan boyutuna yönelmeliydi önce. Eğitimin felsefesi  olmadığı için yapılan yatırımlar eğitimin bozucu etkisini daha da arttırdı.

Geldiğimiz noktada  kendisini partisine, dini kuruluşlara, cemaatlere ya da tarikatlara adamış kimi iyi niyetli insanların yıllar sonra sekülerleştiğini gördük. Kendisini dini ve kültürel hizmetlere yada sosyalizme yahut da milliyetçiliğe adamış insanlar  yıllar sonra kendilerini kapitalist halde buldular.  Bu ibret verici durum.  Eğitimimizin öğütme ve mankurtlaştırma gücü hepsinin üzerinde hakim  oldu. Tüm bu sonuçların mevcut eğitimin ürünü olduğunu unutmayalım.

Bir biri ile kıyasıya eleştirenler şimdi  konforlu yaşam hedefinde birleştiler. İdeolojiyi ve inancı bıraktılar.  Çünkü  inanç  ve ideolojiler değersizleştirilmektedir. Bu nedenle tüm mesele maddi olarak bir şeylere sahip olmak ve ekonomi   değildir.  Dava,  varlığımızı borçlu olduğumuz kadim değerlere, manevi ve kültürel varlığımıza ne kadar sahip çıkacağımız davasıdır.

Bu defa arkadaşım araya girdi ve şöyle devam etti: “Öncekiler gibi sonraki iktidarlar da olayı hep ekonomi üzerinden okudular. Bu seçim sonucunu bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?  Öyle görülüyor ki bu iktidarın da sonu geldi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?  Olayları sadece “ekonomi” üzerinden okumamayan kültür ve medeniyet ve maarifi merkeze alan iktidarları görebilecek miyiz?”

Doğrusu bu soruya nasıl cevap vereceğimiz bilemedim.  İktidar partisinin her seçim sonucunda alınan sonuçları hep ekonomi üzerinden okuduğunu ve her defasında yanıldığını gördük.  Olayları ekonomi üzerinde okuma anlayışımız devam ettiği sürece eğitimi çok sıradan bir mesele olarak görmeye devam edecekti.

Temennilerimizi dile getirerek şöyle devam ettim:

 “Bugün dünyanın eğitimini yönlendirenler, hiç de sandığımız gibi meseleye teknoloji, başarı, gelişmişlik gibi kavramlarla bakmıyorlar. Küresel şer mihraklar eğitimle  kapitalist  tüketim sistemini dünyaya hâkim kılmak istiyorlar. Eğitimin bir savaş arenası olduğu henüz  ülkemizde kavranılmış bir konu değil. Osmanlının son asrından bu yana ülkemizin eğitimi gibi dünyanın birçok ülkesinin eğitimi küresel baronların elinde.

Tüm mesele eğitimi  masonik yapıların boyunduruğu altından kurtarabilmek.   Bu gerçekleri dile getirenlere sahip çıkılmalıdır ve  kulakların  artık gerçeklere  açılması yani eğitimin gerçek sorunları ile gündeme alınmasıdır     

Bütün mesele maziye kapalı kulakların açılması, Batıya  meftun  uyuyan gözlerin    hakikat sabahında uyanmasıdır. Eğer bunu gerçekten anlamak istiyorsak,  mahallemizdeki ilkokulun, yada ortaokulun amaçlarına  ve müfredatlarına; tarihin  öğretiliş şekline  bakmak yeterli olacaktır. Orada çocuk ve gençlerin   zihinsel ve ruhsal olarak nasıl bir öğütüme maruz bırakıldığı görülecektir.

Şimdiye kadar  bütün çabamız başkalarının kavramlarıyla kendi dünyamızı kurmaya çalışmak oldu. Halbuki göklere yükselmek istiyorsanız köklerinizi bulmak zorundasınız. Köksüz ağaçtan meyve bekleyemeyiz.

Gördüğünüz ve bildiğiniz hakkında konuşabilirsiniz. Durduğumuz yeri ve alanı bilmediğimizden  başkaları bizim adımıza yerimize sahip çıktı.

Sosyo-kültürel iktidarda mıyız? Hayır. Bunu sayın Cumhurbaşkanı da bir çok  defa dile getirdi.  Başkalarının  kavramlarıyla yatıp kalkıyorsanız olup bitenleri de anlayamayacaksınız demektir. Çünkü kendi zihninizle düşünmüyorsunuz; dolayısıyla sosyo-kültürel olarak iktidar değilsiniz demektir.    

Batının bize empoze ettiği ezberlerden kurtulduğumuz takdirde zihinsel özgürlüğe kavuşabilir ve  yaşadığımız  çağı tanıyabiliriz.  Kendimizi tanıdığımız  ölçüde Türkiye  yönünü ve yörüngesini bulacaktır. Bunun için ‘maarifi ve  kültürü merkeze’  alan iktidarları özlüyoruz.  

*Proje hakkında şu yazımızda gerekli bilgiler verilmektedir.  Fuat Sezgin’in izinde Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli | Düşünce Günlüğü Haberleri (yenisafak.com)