“Düşmanlarından nefret etme! Muhâkemeni etkiler.” Baba 3 - Francis Ford Coppola

Nefret bizi ifsat eden zalim bir duygudur. Tabiî yalnızca zalim değil, aynı zamanda sinsi ve haindir de. Zîrâ hiç fark ettirmeden bizi tuzağına çeker. İplerimizi ele geçirdikten sonra ise bizi artık hep o yönetir, kanâat ve eylemlerimize o yön verir. Rabbimiz bizi onun girdabına düşmekten korusun!  

Şayet onun yörüngesine girmişseniz, artık bir başka hasma da ihtiyacınız kalmaz. Onun dost suretindeki düşmanlığı size yeter de artar. Hemcinsinizden göremeyeceğiniz zararı ondan görürsünüz. “Bir insanın kendisine yapabileceği kötülüğü bir başkası ona yapamazmış.” sözünün ne anlama geldiğini ancak öfkenin selinde kaybolunca anlarsınız.

Sizi mantık felcine uğratıp inanmadığınız bir istikamete savurur. Normal şartlarda bir arada olamayacağınız, yol yürüyemeyeceğiniz insanlarla bile dost(!) olursunuz. Hattâ inandığınız değerlere dahi sırtınızı döndürür. Ve bir anda kendinizi ait olmadığınız bir dünyada bulursunuz. Bir bakarsınız, dönüşü zor, sonu da hüsran ve nedâmet olan bir yolun yolcusu olmuşsunuz.

Bazen de idrâkinizi köreltip muhâkemenizi zayıflatır. Gözlerinize inen perde size olmayacak işler yaptırır. Nefretin kör edici eşiğini aştıktan sonra ağzınızdan çıkan sözleri bile tartamaz olursunuz. Frene basamadığınız noktada ise arabayı yardan uçurursunuz. Ondan sonra frene basabilme ihtimaliniz de kalmaz. Bundan böyle payınıza düşen yuvarlandığınız çukurda debelenip durmaktır. Ve artık ağzınızdan çıkanları te’vil de edemezsiniz. Zîrâ söz ağızdan çıkmış olup sizi teslim almıştır.

Her duygu gibi nefretin de îtidâlle terbiye olunmaya ihtiyacı vardır. Evet, insanoğlunun nefreti dahi îtidâl üzere olmalıdır. Hattâ diyebiliriz ki, îtidâlle yoğrulmaya en muhtaç duygu odur. Çünkü nefret îtidâlle törpülenmezse, pişmanlık yokuşunda yürümek mukadder olur.

Nitekim büyüklerin ikaz ve irşatları da hep o istikamette olmuştur. Eşşeyh Abdülhakîm Arvâsî, bir gün tilmizi olan Necip Fazıl’a şöyle der: “Sende iki şey ifrat halinde: Zekâ ve muhabbet…”

Necip Fazıl: “Her şey îtidâl halinde olmalı buyuruyorsunuz. Yâni her şey haddini muhafaza etmeli… Aşkta, muhabbette de mi efendim?..”

Abdülhakîm Efendi: “Ne zannettin ya; o da haddi içinde kalmalı… Yoksa yanar, kül oluruz.”

Cumhuriyetin ilk kuşağına mensup, eski yazı ve bir ölçüde de kadim kültürümüzün inceliklerine vakıf rahmetli babamın mânâ dünyamıza has mefhûmlar içinde en çok atıfta bulunduğu kavram da yine îtidâldi. Ve bana da her dâim îtidâl üzere olmayı telkin ederdi. Ben de zamanla onun, cemiyetin düzeni bakımından ne kadar önemli, insanî bütünlüğümüz açısındansa ne kadar hayatî bir değere sahip olduğunu anladım.

Son yıllarda şâhit olduğum bir hâdiseyse bana, îtidâlin bizler için sırât-ı müstakîm üzere olmanın garantisi olduğunu gösterdi. Dünyadaki yürüyüşümüzü selâmetle tamamlayabilmek adına, her dem teennî ve îtidâl üzere olmalıydık.

----------------------

Bir konuşmasında “Muhabbette freni olmayanın varacağı yer putçuluktur.” demişti. Yalnızca bir sefer söylenmiş bir söz de değildi o. Birçok konuşmasında ona vurgu yapıyordu. Doğrusu pek güzel, pek de yerindeydi bu tavrı. Elhak, muhabbet faslında îtidâl sahibiydi.

Muhabbette sınırları zorlamayan, haddi aşmayan bu şahsın, onun mefhûm-u muhâlifi olan duygu söz konusu olduğunda hâl ve tavrı nasıldı peki? Mübâlağadan kaçınmayı îtiyat edinmiş bu zâtın, nefret söz konusu olduğunda ise ne yazık ki frenleri tutmuyordu.

Kimden mi bahsediyorum? Muhiplerinin “Son Osmanlı” ya da “üstat” diye andıkları, muarızlarınınsa “fesli deli” diye tanımladıkları Kadir Mısıroğlu’ndan…

Mısıroğlu, birtakım çevreler tarafından şiddetle reddedilen, kesinlikle tahammül edilemeyen bir kişilikti. Bunun en önemli sebebi ise kurucu iradenin fikir ve hayat tasavvurlarıyla taban tabana zıt dünya görüşü ve ortaya koyduğu kendisine has hayat tarzıydı. Tavır ve davranışlarından kullandığı dile, kılık kıyafetinden onun mütemmim cüzü olan başındaki fese kadar, “Cumhuriyet ideolojisinin karşısındayım.” mesajı veriyordu hiç durmadan. Bu da birtakım çevrelerin ona reddiye yazması için yeterliydi.

Mısıroğlu, Tek Parti devrinde doğmuş, on yedi yaşına kadar birçok hâdiseyi acısıyla tatlısıyla yaşamış bir insandı. Kendi ifadesiyle sürekli polis takibine uğradığından, çocukluğunda Kur’ân’ı bile doğru dürüst hatmedememişti. İnandığına ters tecelliler ve yaşamak zorunda kaldıkları, karakter yapısıyla birleşince onu zamanla nefretin zebunu hâline getirdi.

----------------------

Gelelim şimdi “Keşke Yunan galip gelseydi…” sözüne. Mısıroğlu, bu sözle ne demek istediğini şöyle açıklıyor:

“Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilâfet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı.”

“Batı Trakya’da Yunan esiri Türkler var. Ne yazıları değişti, ne kıyafetleri değişti, ne medreseleri kapandı. Ne tekkeleri kapandı. Ne de şer’iyye mahkemeleri lağvedildi. Şer’iyye mahkemesi Yunanistan’da faaliyettedir. Ben Yunan işgalinin Kemalizm’e nazaran çok daha ehven olacağını, bu tahribatı yapmayacağını düşünüyorum.”

Evet, böyle diyordu Mısıroğlu. Fakat ne yazık ki bu sözler, sağlam bir mantığa dayanan güçlü bir muhâkemenin eseri değildi. Nefretin gözlerini perdelediği bir şahsın bakış açısını yansıtıyordu.

Mısıroğlu, Yunan hâkimiyetindeki Batı Trakya’yı günümüz şartlarına göre yorumluyor, bağımsız bir Türk devletinin olmadığı dünyada şartların bugünkünden farklı olacağını göremiyordu. Evet, bugünkü Yunanistan’da zikrettiği şartlar yürürlükte olabilirdi. Fakat bu, büyük ölçüde Türkiye’nin varlığıyla mümkündü. Eğer Millî Mücadele başarısız olup Anadolu müstevlî çizmesi altında kalsaydı, ne Anadolu ne de Batı Trakya’da yaşayan Türkler bu kadar rahat olurdu. Zîrâ o zaman dünyada kendi hukukunu savunabilen bağımsız bir Türk devleti olmayacaktı. O olmadığı zaman da ne Batı Trakya Türklerinin ne de dünyadaki diğer Türk topluluklarının haklarını kimse savunamazdı. Mısıroğlu mevcut durumun bağımsız bir Türkiye’nin varlığıyla kaim olduğunu unutuyordu.

Ayrıca günümüzde sayıları azalsa da İstanbul ve Çanakkale’de mukim azınlık statüsüne sahip hatırı sayılır bir Rum nüfus yaşıyordu. Her iki azınlık cemaatinin hakları da Lozan’da karşılıklı olarak garanti altına alınmıştı. Bu durum da bir ölçüde Yunanistan’ın elini kolunu bağlıyordu.

Türkiye ve Yunanistan sınır komşusu olup aynı ittifakın üyesiydi. NATO’nun güneydoğu kanadını oluşturan bu iki devletin düşmanlığı her şeyden evvel ittifakın patronu olan ABD’nin işine gelmiyordu. Soğuk Savaş yıllarında SSCB’ye karşı bir set oluşturan bu iki devletin arasındaki ihtilâfların asgarî düzeyde tutulması elzemdi. O yüzden de mevcut anlaşmazlıkların derinleşerek daha ileri boyutlara varmasına izin verilmiyordu.

Bütün bunlara rağmen Batı Trakya’daki azınlık cemaati Mısıroğlu’nun ifade ettiği kadar da rahat değildi. Orada yaşayan Türkler sadece Müslüman bir azınlık olarak kabul edilip etnik kimlikleri görmezden geliniyordu. “Siz Osmanlı devrinde Müslüman olmuş Yunanlılarsınız.” denilerek aidiyetleri inkâr ediliyor, Türk oldukları reddediliyordu.

Üstelik Lozan’da verilen haklar da sık sık çiğneniyordu. Hükûmet cemaatin kendi müftüsünü seçmesine engel oluyor, zaman zaman seçimleri geçersiz sayıyordu. Yani uluslararası antlaşmalarla onaylanmış haklar dahi güven altında değildi.

İlâveten Batı Trakya Türklerinin başka açılardan da emniyette olduğu söylenemezdi. Yıllar önce şu sözleri, oralardan geçerken yine o bölgenin sâkini olan bir hanımefendiden işitmiştim: “1974 öncesi daha rahattık. Fakat harekâttan sonra durum bütünüyle değişti. O günlerde fanatik Yunanlılar bahçe duvarlarından atlayıp evlerimize girdi. Hem dayak yedik hem de mesken masûniyetimiz ihlâl edildi. Ve ondan sonra da artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

Nitekim Türklük davasının fedakâr bir neferi olan Sadık Ahmet, bugün bile üzerindeki sis perdesi hâlâ aralanamamış örtülü bir sûikasta kurban gitmemiş miydi? Kısacası Batı Trakya Türk toplumu, iddia olunanın aksine pek de iç açıcı bir durumda değildi.

Kendi din ve milliyetinizden olmayan bir topluluğun yönetimi altında yaşamanın getireceği görünür görünmez başka sıkıntılar da olacaktı elbet. Özellikle de sıra dışı gelişmelerin yaşandığı olağanüstü dönemlerden geçerken şartların zorlaşmasına paralel olarak bu sıkıntılar daha da artacak, insan haysiyetine dokunur hâle gelecekti. Aşağıdaki satırlar, ne demek istediğimizi çok iyi anlatıyor:

Tarih 1986 senesinin Aralık ayı. Yer Ankara Esenboğa Mürtet Havalimanı. İniş yapan bir uçağın kapısı açılır ve merdivenlerde Avustralya’da Bulgar zulmünden kaçarak Türkiye’ye ilticâ eden halter şampiyonumuz Naim Süleymanoğlu görünür. Birkaç dakika sonra ise aynı merdivenlerden onunla beraber Türkiye’ye ilticâ etmiş Türk asıllı ihtiyar bir Bulgar vatandaşı iner. İner inmez ihtiyar adamın ilk işi, her Müslüman Türk gibi yere kapanıp toprağı öpmek olur. Fakat onun toprakla vuslatı kimseninkine benzemez. Âdeta evlâdına sarılır gibi kucaklar toprağı, sanki bir ananın yavrusunu koklaması gibi öper taş zemini. Bu sıra dışı hâl, orada bulunan genç bir gazetecinin dikkatinden kaçmaz. İhtiyar adamın yanına yaklaşır ve kendisini tanıtarak bu olağan dışı durumun sebebini sorar. İhtiyarın genç adama verdiği cevap ürkütücüdür. Yaşlı adam derin bir iç geçirerek şöyle der: “Evlât, sen azınlık olarak yaşamanın ne olduğunu bilir misin? Bir akşam vakti evinde otururken bir Bulgar zabiti dayanır kapına. İzin almadan çamurlu pabuçlarıyla dalar mahremine. Donar kalırsın. Ama asla ‘Ne oluyor, ne işin var senin burada?’ diyemezsin. Günlerce evinde kalır, kapıyı gösteremezsin. Sana sormadan sofrana oturur, pis bakışlarını çoluk-çocuğunun üzerinde gezdirir. Ses çıkaramazsın. İstediği yerde yatar, istediği yerde kalkar, istediği yere de pisler. Hepsini sineye çekersin. Ancak kendi istediği zaman çeker gider. O güne değin de ona sabredersin. Gitmiştir ama giderken de birçok şeyi yanında götürmüştür. Geride kalanlara ise utanç denilen duyguyu mîras bırakmıştır. O gittikten sonra evin sâkinleri günlerce birbirlerinin yüzüne bakamazlar.”  

Yukarıda anlatılanlar, Bulgar zulmünün gündemde olduğu seksenli yıllarda yaşanmıştır. Batı Trakyalı soydaşlarımızsa, bu zulme muhatap Bulgaristan Türklerinin komşusuydu. Beş-on kilometre ötede bunlar yaşanırken onları zulmün böylesinden koruyansa yalnızca bir sınır hattıydı.

Soğuk Savaş ortamında arkasına Sovyet Rusya’yı almış bir Bulgar devletine karşı Türkiye’nin yapabilecekleri sınırlıydı. Nitekim beş yıl boyunca diplomatik kanalları kullanmak ve kınayarak mücadele etmekten öteye geçilemedi. Ancak Todor Jivkov’un devrilmesi ve Komünist rejimin yıkılmasından sonra sular duruldu. Tabiî bunda Türkiye’nin sınır kapılarını açarak Türk azınlığı davet etmesi de etkili oldu. O yüzden de Batı Trakya’da Bulgar zulmüne benzer bir düzenin olmamasının sebebi, Türkiye ile Yunanistan’ın aynı safta, yani Batı ittifakı içerisinde bulunmasıydı. Her iki devletin de NATO içerisinde yer almasıydı.

Mısıroğlu’nun hilâfete ilişkin öngörüsü de yanlıştı. “Ne hilâfet yıkılır, ne şeriat kaldırılırdı.” sözü daha önceki konuşmalarıyla birlikte ele alındığında tenâkuz içeriyordu. Birçok konuşmasında 1922’de kaldırılan saltanatın, yakın zamanda hilâfetin de ilga edileceğinin habercisi olduğunu söylüyordu. Saltanatın hilâfetin garantisi olduğunu, o olmadan ayakta kalmasının mümkün olmadığını ifade ediyordu. Yani ona göre hilâfet, tek başına bir varlık ifade etmiyordu. Her hâlükârda onu destekleyecek mütemmimi hükmündeki bir icrâ kuvvetine muhtaçtı. Şimdi soruyorum, İstanbul’da kurulacak İngiliz-Yunan idâresi altındaki bir siyasî düzende hilâfet, acaba hangi kuvvete dayanarak yaşayacaktı? Hristiyan şemsiyesi altındaki bir halifenin İslâm dünyası üzerinde müspet bir tesiri olur muydu? Bu şartlar altında o makamda oturan zât, ümmetin üzerinde ittifak edeceği bir şahıs değil, uluslararası sistemin atayacağı bir mûtemet olurdu. Makamını da onlara borçlu olduğundan bağımsız hareket edemezdi. Bu durum daha bir yığın sıkıntıyı da peşinden sürüklerdi. İşgalcilerin himâyesi altında kuklaya dönmüş bir şahıs o makamda otursa ne olurdu, oturmasa ne…

Mısıroğlu’nun zikrettiği sıkıntılar belli bir döneme mahsustu. Demokrasiye geçildikten sonra ise gün geçtikçe azaldı. Devrim ve reformlarsa millî bünyede karşılık bulduğu ölçüde yerleşti. Bulamayanlarsa ya uygulanamayarak kadük kaldı ya da milletin direnciyle karşılaşıp zamanla tasfiye olundu. Bağımsızlığını bütünüyle yitirmiş, müstevlî çizmesi altında yaşayan bir halkın istikbali ise meçhuldü. Belki de o işgal yüz yıl sürecek, halk bugün Filistin toplumunun içine düştüğü duruma düşecekti. Ya da sömürge toplumlarının yazgısını paylaşacak ve bir süre sonra da bu duruma alışıp kanıksayarak sadece maddeten değil, manen de fukaralaşacaktı. Öyle bir ortamda ne medreseler ayakta kalır, ne de şer’i şerife uygun bir nizam kurulurdu. Uzun sözün kısası, kaderi işgalcinin iki dudağı arasına sıkışmış bir toplumun âkıbetini kestirebilmek zordu.

----------------------

Değerlendirme hataları ve içine düştüğü durum, nefrette freni olmayanın varacağı yer hususunda yeteri ölçüde düşünmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden de kimsenin ona yapamayacağı kötülüğü Kadir Bey kendisine yaptı. Sınır tanımayan nefretinin zebunu oldu ve âhir ömründe aşılmaması gereken bir eşiği aşarak zinhar geçilmesi yasak olan bir kavşağı döndü. “Keşke Yunan galip gelseydi…” diyerek hayatının en büyük hatasını irtikâp etti. Kendisini içinden çıkılması zor bir kuyuya attı.

Ben Mısıroğlu’nu burada ne yargılıyor ne de ibrâ etmeye çalışıyorum. Yalnızca bakış açısındaki yanlış ve değerlendirmesindeki isâbetsizliğe işâret ediyorum. Bunun yegâne sebebininse nefret olduğunu düşünüyorum. Kendisini yanlış bir değerlendirmeye iten zaman içinde bir zafiyete dönüşmüş o duyguya parmak basmaya çalışıyorum.

Ben bu değerlendirmeyi yaparken belli çevrelerin tenkidine uğrayacağımın da farkındayım. Konuya farklı açılardan yaklaşan her iki kesimin de taraftarlık psikolojisi içinde beni tasvip etmeyeceğini biliyorum. Fakat kesinlikle onaylanmak gibi bir derdim yok. Çünkü evvelemirde vicdanıma karşı sorumluyum ve o yüzden de yalnızca doğru bildiğimi yazarım.

Herkesin şu dünyada bir imtihanı var. Kimisi malı, kimisi evlâdı, kimisi de ağzından çıkan bir söz ya da angaje olduğu bir fikir veya duygu üzerinden imtihan ediliyor. Mısıroğlu’nu tanıdıktan sonra ise onun imtihanının nefret olduğunu anladım. Îtidâl duygusuyla törpülenmeyen düşmanlığın telâfîsi zor sonuçlara yol açabileceğini gördüm. Büyük insan Abdülhakîm Arvâsî’yi bir kez daha rahmetle andım.

Kalplerde gizleneni yalnızca Allah bilir. İnsanoğlu ise akıl ve mantığıyla zâhire bakarak hükmeder. Ben Mısıroğlu’nun art niyetli olduğunu düşünmüyorum ama ağzından çıkan söz de yakışıksızdı. Kesinlikle doğru bulmuyorum. Ayrıca iddiasını desteklemek üzere öne sürdüğü gerekçelerde de isâbet yoktu. Her biri düz mantığın eseriydi. Buna sebep de ilgili konudaki muhâkemesinin problemli olmasıydı. Onun altında ise kin ve öfkesinin mantığına galebe çalması yatıyordu.

Ömrümüz tecrübemizden istifade edecek kadar uzun değil. O yüzden de akıllı insan şâhit olduklarından ders çıkarır. Bu zâtın hayatının son deminde içine düştüğü durum da cemiyet olarak hepimize ders olmalı. Bilhassa İslâmî câmia açısından tersinden gayet faydalı bir örnek olduğunu düşünüyorum. Tabiî değerlendirilebilirse… Biz onun şahsında nefretin haddi aşmaması gerektiğini, aşarsa günün birinde ayağımızın kayabileceği tecrübesini müşâhede ettik. Ne olur hayatta sadece bir kez olsun, taraftarlık psikolojisini bir tarafa bırakarak olaya bir de bu açıdan yaklaşalım.