Hayatı boyunca durmadan çalışan ve bir çok dikkat çeken anı biriktiren 74 yaşındaki Enver amca, kendi anlatımıyla hayat hikayesini mısralara döktü. 

İşte 74 yaşındaki emekçi Enver Bozdemir'in yazısı:

CANIM ANNECİĞİM!

Şu an karmakarışık duygular içindeyim. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Sana layıkıyla bir evlât olamamamın ezikliği içindeyim. Senin saygın kişiliğin hakkında bir kompozisyon yazmak geldi içimden. Gelmesine geldi de seni lâyıkıyla karakterize edemememin endişesini taşıdığımdan bir an yazmaktan vazgeçtim. Sonra bir düşündüm. Dedim ki kendi kendime: Ben bir yazar mıyım ki makalem, bir hatip miyim ki hitabetim tenkit edilsin? Hem bu yazımı annem okuyacak, başkası değil ki. Sonra yazmaya karar verdim.

Bir akşamdı, yatağıma uzandığımda düşünmeye başladım. Önce varoluş nedenimi düşündüm. Yüce Yaratıcı (c.c.) bunu kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de söylüyordu. Meâlen: “Biz insanları ve cinleri ancak bizi bilsinler, bize ibâdet etsinler diye yarattık. Başka bir hikmet için değil.” Demek ki çalışıp-çabalama, yeme-içme, gezip-tozma ve de geçinme gâye değil vesîle imiş. Hayat sahnesine çıkış sebebimde önemli bir pay sahibi olan canım anneciğimi düşündüm.

Beni ne sıkıntılarla 9 ay karnında taşıdı ve de ne sancılarla dünyaya getirdi. Uyumadı beni emzirdi, ağladım pışpışladı. Yemedi yedirdi, uyumadı uyuttu. Daha ne fedakârlıklar? Hangisini anlatayım ki? Hep verdi ama hiç almadı. O bir anneydi çünkü...

Şimdiye kadar ot gibi yaşadım. Artık bundan sonra çiçek gibi yaşamaya karar verdim. Yani görüntüm ve etrafım, çiçeğin görüntüsü gibi icrâatlarımla da gül, zambak, karanfil, belki orkide gibi çevreme mis gibi râyihalar salacağım. Yani, Rabbime (c.c.) iyi bir kul, âileme hayırlı bir evlât, topluma yararlı bir birey olacağım.

Soğuk bir şubat günüydü. Yanılmıyorsam 2. sınıfa gidiyordum. Sabahleyin okula giderken hava biraz ılık gibiydi. Öğleye doğru soğumaya başladı. Okul çıkışı ise iyice sertleşti. Hırka ve mont yanıma almamıştım. Okul çıkışı koşar adımlarla eve geldim ve zili çaldım. Annem kapıyı açar açmaz içeri daldım. Ellerim, tüm vücudum tiril tiril titriyordu. Annem beni o halde görünce gözleri doldu ve “kızım bu ne hâl” der demez beni kucakladı, bağrına bastı. Sanki o anda kendimi saunada hissettim. Kalbim sanki devr-i daim pompası olmuş, vücuduma kan değil de sanki termal sıcak su pompalıyordu. İnsan bu durumda ne olur ki? Titremem bir anda terlemeye dönüştü. Anne şefkatinin ne denli müthiş bir etken olduğunu, kendi bedenimle birebir yaşadım. Onun için diyorum ki, “biricik annem, sen çok yaşa, elin dert görmesin. Yüce Rabbim sana hiçbir zaman tasalı bir gün yaşatmasın.”

Biliyorum seni anlamam için anne olmam icabediyor. Zira hissetmek başka, söylemek başkadır. Ama yaşamak bambaşkadır. Dilerim ki Allah’tan (c.c.) anne olmadan anneliğin kadr-i kıymetini bilen istisnâî kullarından olaydım.

Aynı gece yine düşündüm kendi kendime. O bana hep verdi, vermeye de devam edecek. Ben ona bir şey veremem mi? Maddî gücüm yoktu ki, onun gönlünü alacak hediyeler alaydım. Dedim ki kendi kendime onu hayal gücümle memnun edemem mi? Neden olmasındı ki? Bu düşüncemden dolayı belki de haklı olarak çoğunluk şunu söyleyebilirler: Zavallı hayaller âleminde yaşıyor. Kafayı yemiş besbelli, diyecekler.

Hiç de umûrumda değil. Böyle düşününler bilmiyorlar mı ki her hakîkatin bir hayâl evresi vardır. Zira hakikatlar hayâl dünyasında atılan temeller üstünde yükselir. Bir bina düşünün! Onu projelendirecek olan mühendis onu önce hayal dünyasında tasarlar. Sonra kâğıt üzerinde projesini çizer. Ardından inşaat safhasına geçilir. Temel atılır, bina yükselir ve tamamlanır. Nihayet muhteşem bir eser meydana gelir. Demem şu ki, hayal gücü olmayanlar gerçeği yaşayamaz ve yaşatamazlar.

Tekrar düşünceye daldım. Ardından anneciğime naatlar ve dizeler dudaklarımdan dökülmeye başladı. Kafiyeler biraz bozuktu ama, içerik zengindi. Bu arada hakkında beste de yaptım. Tüm bu kelimeleri harmanlayıp kiminden bileklik, kiminden yüzük, kiminden de küpe yaptım. Bu arada duygulandım. Akabinde gözümden akan yaşlar yanaklaımı ıslattı ve oradan eteğime döküldü. Onlardan da inciden bir kolye yaptım. Takılar tamamdı artık.

Hepsini birden annemin küçükken aldığı oyuncak sandığımın içine özenle yerleştirdim, doğum gününde anneme sunmak niyetiyle. Bu yaşadıklarım hayatın metafizik boyutuydu. O sandığın kapağını kaldırsanız şayet, hiçbir şey göremezsiniz. Akabinde hani dersiniz, anlatılanlar takılar, küpeler, yüzükler, kolyeler vesâireler dersiniz. Dersiniz de kusura bakmayın ama gönül gözünüz kör olmuşsa beden gözünüz neylesin? Dedim ya muhatabım ölü gönüller değil, diri gönül sahibi annemdir.

Öyle bir gönül sahibidir ki o, sandığın kapağını bile açmaya gerek duymaz. Onlar açmadan görürler. Ve onlar miyop, hipermetrop, astigmat gözlüğüyle değil, ferâset gözlüğüyle bakarlar. O gözlük de piyasadaki gözlükçülerde bulunmaz ki parayla satın alınsın. O gözlük Yüce Yaratıcının (c.c.) kudret hazînesinde bulunur. Ve o da satın alınmaz, hak edilerek kazanılır. 

DEVAM EDECEK...