İşte Taşkesen'in Kudüs'ün fethinin 836. yıldönümüyle ilgili yazdığı o yazının tamamı:

Bir büyük fethin 836. yılındayız. 2 Ekim 1187 tarihinde, 88 yıllık Haçlı işgalinden kurtulan Kudüs, tam 730 sene barış ve huzur beldesi olarak kaldı. Değişik yönetimler işbaşına gelse de Müslüman, Hıristiyan ve Museviler her devirde barış içinde yaşadılar. Son olarak Osmanlı himayesinde (hakimiyetinde değil) bütün dünyaya örnek olacak şekilde karşılıklı saygı ve anlayış içinde dört asır geçti. Tarihte bunun bir başka güzel örneği de Endülüs'te görülmüştü.
***
Bir gece Kudüs asırlarına bir seyahat yapmaya karar verdim. Hz. İbrahim'den Selahaddin Eyyubi'ye kadar, adı Kudüs'le beraber hatırlanan zevatı bir bir ziyaret ettim. Bir rüya mıydı, bir hayal miydi, yoksa gerçeğin ta kendisi mi? Yazıyı okuduktan sonra buna siz karar verin!
***
Asırların ötesinden Halilullah ile beraber İliya'ya geldim. Allah'ın Hicaz'dan sonra mukaddes kıldığı ikinci mübarek beldeye. Oğlu İsmail'i ve annesini Ka'be'nin Rabbine emanet edip, diğer oğlu İshak ve torunu Ya'kub ile geldikleri bereketli topraklara. 

Yoksa siz: “İbrâhim de İsmail de İshâk da Yakup da (Yakub’un) torunları da hep Yahudi veya Hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bileceksiniz, yoksa Allah mı? Allah’ın şahitlik ettiği bir gerçeği bilerek gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi, Ayet, 140)
İsrailoğulları ile beraber geçtim Kızıldeniz'i. Firavun'un sulara gark olduğunu seyrettim karşı sahilden. Hz. Musa 40 gece Rabbinin huzurundayken, Samiri'nin inananları nasıl aldatıp şirke bulaştırdığını ibretle seyrettim. "İcl" hadisesinde Hz. Musa'nın gazapla Tevrat levhalarını yere bırakıp kardeşi Hz. Harun'un sakalından tuttuğunu gördüm. Sonra da "Senin derdin nedir, Ey Samiri" diye haykırdığını işittim. "Altın buzağı" alevlerin arasında yok olurken birden ilahi bir emir yankılandı:
"Bir inek kesin!"


Türlü bahanelerle ineği kesmek istemedi onlar. Sonunda ineği kestiler ama neredeyse vazgeçeceklerdi. Kalplerindeki bakar perestlik fikrini tam olarak silememişlerdi. Yolda giderken İsrailoğullarını takip ettim. Putlara tapan bir kavim gördüklerinde: "Ya Musa bunların birçok ilahları olduğu gibi, sen de bize bir ilah yap" diyen cahiller, çölde kendilerine Allah tarafından ihsan edilen bıldırcın etiyle kudret helvasından çabucak bıkıp soğan sarmısak istemeye başladılar.
40 yıl İsrailoğulları ile çöllerde dolaştım. Nankör, isyankar, sabırsız bir kavimdi. Yeşu peygamber onları nihayet Kutsal şehrin kapısına kadar getirdi. "Hıtta" (Allahım bizi affet) diyerek tevazu ile gireceklerine bu sözü bile çarpıttılar. 


Kral Talut'un ordusunu bir nehir ile imtihan edilirken gördüm. Bir avuç izin verilen sudan kana kana içince yerlerinden kımıldayamadılar. Fakat "Çok az bir topluluk, Allah'ın izniyle büyük bir topluluğa galip geldi." Hz. Davud bir sapan taşıyla Calut'u öldürdü. Kral Talut'un damadı olup onun yerine geçti.
Hz. Süleyman ile havada uçtum. İki aylık bir mesafeyi bir günde kat ettik. İnsanlardan, cinlerden, kuşlardan büyük bir ordusu ve emrinde ledün ilmini bilen bir âlim vardı. Belkıs'ın tahtını bir anda Yemen'den Kudüs'e getirdi. Hz. Süleyman çok şükreden bir kuldu. Hiç gurura kapılmadı. Şöyle dua etti Rabbine:

Patronlar 'sömürgecilik' dersinden rahatsız oldu Patronlar 'sömürgecilik' dersinden rahatsız oldu

"Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir hükümranlık bahşet!"


Muazzam bir mabed olan "Beytül Makdis"i yaptırdı, Hz. Süleyman. Vahid ve Ehad olan Allah'a ibadet edilsin diye. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.
Hz. Zekeriya'nın duasını işittim: "Yarabbi, kemiklerim gevşedi, saçım sakalım ağardı. Kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla" Duası kabul edildi. İhtiyarlık zamanında ona tertemiz bir oğul verdi, Halık-ı Zülcelal. Hem de adıyla beraber. Yahya adı daha önce hiç kimseye verilmemişti.
İmran'ın hanımı karnındaki bebeği Allah yoluna adadı. Lakin çocuk kız olunca ne yapacağını şaşırdı. "Ya Rabbi adını Meryem koydum. Onu ve soyunu taşlanmış şeytanın şerrinden koru" diye dua etti. Sonra Hz. Zekeriya'nın nezaretinde onu Kudüs'teki kutsal mabede verdiğine şahit oldum. Cebrail, güzel bir insan suretinde bir erkek evlat müjdesi getirince, Meryem ona: "Senden Rahman'a sığınırım. Bugüne kadar bana bir insan eli bile dokunmadı. Nasıl oğlum olabilir?" dedi.


"Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır" cevabını alınca, Mabedden çıkıp doğuya doğru gittiğini gördüm Meryem'in. Çocuğu kucağında dönünce hasud Yahudiler ona bühtan ettiler. O konuşma orucunda olduğu için yeni doğmuş bebeği işaret etti. Meryem oğlu İsa dile gelip: "Ben Allah’ın kuluyum. Bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı." deyince hepsi çil yavrusu gibi dağıldılar.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen İki cihan güneşi şanlı Peygamber (s.a.v.) 620 yılında iki üzüntüyü birlikte yaşadı. Bu hüzün senesinde önce kendisini himaye eden amcası Ebu Talib, üç gün sonra da mü'minlerin annesi ilk müslüman Hz. Hatice ahirete göçtü. Bu kederli günlerde Taif'e giderek Sakif Kabilesini İslam'a davet etti. O'na hiç kimse inanmadı. On gün kaldığı Taif'ten taşlanarak geri döndü. 
Böylesine hüzünlü bir zamanda, bir gece Mescidi Haram'dan Burak'a bindirilip Mescidi Aksa'ya götürüldü. Mekke'den Kudüs'e yapılan bu yolculuğa "İsra", Mescidi Aksa'dan göklere Sidretül Münteha'ya doğru yükselmesine ise "Miraç" dendi. Allah katında en yüce makama ulaşarak Rabbül Âlemin'in habibi oldu. Miracın basamağı olan o mübarek "Muallak taşı" altın bir kubbe ile taçlandı. "Kubbetüs Sahre" Mescidi Aksa'nın sembolü oldu.
***

Hz. Ömer, Kudüsü Şeriften davet alınca hemen devesini hazırlattı. Hizmetçisi ile beraber yola koyuldu. Görünmeden ikisini takip etmeye başladım. Âdil Halife "deveye sırayla bineceğiz" diyordu. Hizmetçisi kabul etmek istemedi ama Hz. Ömer kesin konuşmuştu. Kudüs'e yaklaştıklarında deveye binme sırası hizmetçisine geldi. Zavallı, emre itaat ederek deveye bindi. Halife yaya olarak yanında yürüyordu.


Uzaktan gördüğüm kalabalık, Hz. Ömer'i karşılamak için yollara dökülen Kudüs halkı ve İslam ordusunun askerleriydi. Ebu Ubeyde bin Cerrah ile Rahip Sofronyus en önde diğerleri arkada büyük bir coşkuyla yaklaştılar. Kudüslüler deve üzerindeki hizmetçiyi Halife zannederek ona hürmet gösterip selamlıyorlardı. Adam utancından hemen deveden yere inerek Hz. Ömer'i işaret etti. Ebu Ubeyde de Halife'nin yanına gelerek "Hoş geldiniz Ya Emirel Mü'minin" dedi.
Rahip Sofronyus taaccüp içinde bu işin sırrını çözmeye çalışıyordu. Yanındaki bilge keşiş: "Efendim Halife Ömer adaletiyle tanınmıştır. Hizmetçisinin hakkı kendisine geçmesin diye deveye nöbetleşe binmişler." dedi. Sofronyus'un, ömründe benzerini hiç duymadığı böyle bir adalet örneğini anlamaya çalışarak: "Umarım Halife bizler için de adil bir karar verir" diye mırıldandığını duydum.

Hz. Ömer şehrin anahtarlarını teslim alınca, bütün din ve mezhep mensupları için yazılı bir emanname verdi. Dünyada böyle bir insan hakları belgesi henüz yoktu. Can, mal, namus emniyetinin yanı sıra din ve inanç hürriyeti ve ibadet serbestliği Kudüs'ü yüzyıllarca sürecek barış ve huzur beldesi yapacaktı.
İslamiyet'in doğuşu üzerinden daha bir asır geçmeden Müslümanlar doğuda Çin Seddine, batıda Atlas Okyanusuna dayanmışlardı. Kostantiniye kuşatılmış, İslam orduları Bizans'ın korkulu rüyası olmuştu. Daha sonra İber Yarımadası fethedilmiş, Endülüs Emevi devleti kurulmuştu. Üstelik Sultan III. Abdurrahman 929 yılında Kurtuba'da kendini Halife ilan etmişti. Bu ne demek oluyordu! Avrupa'nın en batısında İspanya'da bir Müslüman devlet kuruluyor, bir de hilafet ilan ediliyordu. Bu Hıristiyan Avrupa için hem yüz karası hem de tehlike çanlarının çalması demekti.


Papa II. Urbanus 1095 yılında Clermont Konsilini topladığı zaman oradaydım. Yüzlerce papaza söylediği şu sözleri hala kulaklarımda yankılanmaktadır:

“Ey İsa Mesih’in evlatları! Doğu’da neler olduğundan haberiniz var mı? Türkler ve Araplar Anadolu’yu ele geçirip Bizans’a ve Akdeniz’e dayandılar. Din kardeşlerimizi öldürüp, kalanları esir aldılar. Kiliselerimizi yıkıp, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Kutsal topraklar ve Kudüs yüzyıllardır onların işgali altında. Sadece Endülüs’te Müslümanlara karşı mücadele etmek yeterli değildir. Asıl savaşımız Doğu’da olmalı. Onları Anadolu’dan ve Kutsal topraklardan atmalı, Kudüs’ü ele geçirmeliyiz. Bu yapılacak sefer, aynı zamanda kutsal Hac yolculuğuna çıkmaktır. Sefere çıkanların tüm günahları bağışlanacaktır.”

Haçlılar bin bir meşakkatle Anadolu'yu geçip 1099 yılının Haziran ayında Kudüs surlarının önünde görüldüğünde, şehrin yönetimi Fatımiler'in elindeydi. Mısır'dan yola çıkan yardım henüz yetişmeden, bir 15 Temmuz günü Haçlılar Kudüs'e girdi. Onları adım adım takip ettim. Müslümanlar ve Yahudiler canlarını kurtarmak için mabedlere koştular. Prens Tangred gibi kana susamış Haçlı komutanları hiç kimseye acımadı. Kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden 70 bin insan katledildi. Mescidi Aksa bahçesinde binlerce Müslüman şehid edildi. Yahudiler havralarda diri diri yakıldı. Dünyada böyle bir katliam görülmemişti.

İslam Âleminin böğrüne kapkara bir hançer saplanmıştı. Müslümanlar derin bir hüzün içinde me'yus oldular. Onları bu ümitsizlikten 1144 yılında İmadüddin Zengi kurtardı. Kudüs'ten önce işgal edilen Urfa'yı fethederek Müslümanların maneviyatını yükseltti. Oğlu Nureddin Zengi ise tam bir Kudüs sevdalısıydı. Onu dinlediğimde şu üç önemli hedefin, hayatının gayesi olduğunu öğrendim:

Birincisi, Fatımi Devletini ortadan kaldırıp bütün Müslümanları birleştirmek.
İkincisi, Kudüs'ü Haçlı işgalinden kurtarıp yeniden fethetmek.
Üçüncüsü, İstanbul' fethedip Hadisi Şerif'teki müjdeye nail olmak.

Ona nasip olmayan fetih, Selahaddin Eyyubi'ye müyesser oldu. Nureddin Zengi'nin Kudüs için yıllarca verdiği emeğin boşa gitmesine gönlü razı olmadı. Ondan devraldığı İslam Sancağını daha da yükseltti. On iki sene Müslüman Emirlikleri birleştirmek için uğraştı. Sonunda İslam Birliği sağlandı. Dımaşk, Halep, Musul, Sincar, Amid, Ayntab, Mardin ve Urfa'dan gelen binlerce askeri gördüm. Daha dün birbiriyle savaşan bu insanlar, İslam kardeşliğini hatırlamış omuz omuza vermişti. Kudüs uğruna canını vermeye hazır mücahitlerin karşısında hiç kimse duramazdı.


1187 yılının 4 Temmuz Cumartesi günü Hıttin Tepesindeydim. Haçlı ordusunu o korkunç sıcakta suya hasret bırakan Sultan Selahaddin, bu büyük zaferle Kudüs yolunu açmıştı. 88 yıl Kudüs ve çevresini işgal eden Haçlı ordusunun yarısı ölmüş diğer yarısı esir olmuştu. Kudüs Kralı Guy de Lusignan ile Kerek Prinkepsi Renauld de Chatillon da esirler arasındaydı.

Kudüs kralı ile Chatillon'un Selahaddin Eyyubi'nin huzurunda nasıl tir tir titrediklerini gördüm. Sultan, Kral'a soğuk su verdi ve onu sakinleştirdi. Fakat Chatillon barış anlaşmasına aykırı olarak Müslümanlara saldırmış onları şehit ederek mallarını gasb etmişti. Üstelik Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) hakaret etmişti. Sultan bu ihanet ve hakareti hiç unutmadı ve asla affetmedi.

Sultan'ın kılıcını kınından sıyırırken çıkan tiz ve keskin sesi işittim. Her yanı bir ölüm sessizliği kapladı. Kral korkudan gözlerini kapadı. Chatillon'un gözleri ise faltaşı gibi açılmıştı. Zira güneş ışığında parıldayan keskin çelik, tam başının üzerindeydi. Yıldırım hızıyla inen kılıç başını gövdesinden ayırırken Sultan'ın şu sözlerini işittim:

"Peygamberime hakaret eden bir kâfirin hayat hakkı olamaz. Bunca yıldır yaptığı zulümler cezasız kalmadı. Ya Rabbi! Sen şahit ol. Yeminimi yerine getirdim."

O, ömrünü İslam Birliğine adadı.
Kudüs fethini hayatının gayesi yaptı.
Atının eyeri tahtı oldu, kıl çadırlar sarayı.
Kör kuyulara atılmadan Mısır'a Sultan oldu.
Bir adı da Yusuf'tu.
Ünlü Emirler önünde diz çöktü.
Kimseye karşı kibirlenmedi.
İslam'ın sancağını yükseltti.
Müslümanları birleştirdi.
Az yedi, az uyudu, hiç gülmedi.
Ve az yaşadı.
Allah onun kısa ömrünü bereketli kıldı.
Yaşadığı 55 yıla, yüzyılları sığdırdı.
Selahaddin Eyyubi,
Kudüs'ün şifresini çözdü.
Muazzam bir İslam ordusu kurdu.
88 yıllık işgale son verdi.
Mescidi Aksa'yı Müslümanlara kavuşturdu.
Özgür Kudüs'ü bize yadigâr bıraktı.