İslam nimeti için, her bir hakikati adedince Allah(cc)’uya hamd ederiz.

İslam bize; nesline, akrabalarına ve ırkına adil muamele ve doğru muhabbetin yanında, diğer Müslümanlara ve sair insanlara hürmet ve muhabbetin dengesini muhteşem bir şekilde kurmayı öğretti.

İslam, bizden aslımızı neslimizi inkar etmeyi değil, aksine onlara sahip çıkmayı, akrabayı gözetmeyi, ırkından olan insanların iyiliklerini istemeyi, onların hayırlarından memnun olmayı öğretti.

İslam, bizden kendimizden olanlardan uzak durmamayı, aksine herkesten çok bizim akrabalık bağlarını gözetmemizi, ihtiyacı olanlara el uzatmamızı, hayırlı işlerinde onlara yardımcı olmamızı istedi.

İslam, bizden kendi ırk ya da dilimiz gibi, Allah(cc)’unun ayetlerinden birer ayet olan nimetlerini ve imtihanlarını reddetmemizi değil, her lütuf gibi baş tacı ederek taşımamızı istedi.

İslam, ırkçılık yapmayı da yasakladı bize, ırkımızdan kaçmayı da, ırkımızdan utanmayı da! Başkalarının ırkını hor görmeyi, aşağılamayı, herhangi bir sebep ya da şekille küçümsemeyi yasakladı bize.

İslam, uğrunda savaştığımızın şeyin hak ve adalet olmasını istedi bizden, mensubu olduğumuzun kavmin bayrak ya da sembollerini taşımayı yasaklamadı, onların altında savaşmakta bir mahsur görmedi.

İslam’ın yasakladığı ırkçılık; zalim iken ve haksızlık yaparken, akrabamıza ya da kendi ırkımızdan olanlara yardım etmekti. Mazlum birine, sahip çıkmak için ırkını sormayı yasakladı bize.

Çünkü İslam bize; Habeşi Bilal’in, Rumi Süheyb’in, Farisi Selman’ın ve diğer ırk ve türden Arap ya da Acem sahabenin, elleri, dilleri ve hayatları ile ulaştı. İslam bize; erdemin, ırk ve renkle değil, gönül ve amelle elde edildiğini, dünya ve ahirette ölçünün takva olduğunu öğretti.

İslam bize, neslimizin ve ecdadımızın hayırları ve iyilikleri ile sevinmeyi yasaklamadı. Ancak başkalarının da hayır ve iyiliklerini de takdir etmeyi, saygı duymayı ve Allah(cc) için yapılan her meşru hayrı, kimin yaptığına bakmadan desteklemeyi emretti.

Bariz bir örnek olarak; Selçuklu ya da Osmanlıların, tarihe mal olan adalet ve merhamet medeniyetlerinden ne kadar onur duyuyor ve sahip çıkıyorsam, Endülüs’te Emevilerin kurduğu ve Avrupa’nın gördüğü, göreceği en müstesna medeniyetten de o derece gurur duyuyorum.

Neslimin bir şekilde bu güzel ve hayırlı insanlardan gelmesinden elbette memnun olurum. Ancak bu memnuniyet, hasbelkader bir başka ırktan gelmiş hatta bilinen tarihinde ecdadı hakkında iyilik ve hayır namına bir bilgi bulunmayan birinden daha iyi ya da hayırlı birisi olduğum anlamına gelmez.

Ecdadımın iyilik ve hayırları, bana ancak güzel bir hatıra, doğru bir örnek ve şerefli bir mazidir. Geleceğime ve ahiretime herhangi bir etkisi ya da katkısı olmayacaktır.

Eğer onların iyilik ve hayırlarında peşlerinden gider, onların elde ettiği dünyalık ve ahirete yönelik maksatlara ulaşırsam, bu benim için onların soyundan gelmekten elbette daha hayırlıdır.

İstanbul’un fethini, yüzyıllar boyu kutlamak ve buna sevinmek gayet insani bir davranıştır, olabilir. Ancak kutlamalarla yeni bir fetih yapıldığını tarih yazmamıştır.

Sultan Alparslan’a, Melikşah’a, Osman Gazi’ye, Fatih’e, Yavuz’a veya adını yad etmenin bile bize sevinç verdiği ecdadın nadide diğer liderlerine hayranlık duymak, sevmek, onlardan bahsetmek; hayat ve mücadelelerinden, yiğitlik ve adaletlerinden, kahramanlık ve merhametlerinden nasip almadıkça, kuru bir iddiadan ibarettir.

Velhasılı kelam; neslimizi ve ecdadımızı sevmek noktasında da İslam, bizden itidal sahibi olmamızı istiyor. Sevme ve gurur duyma iddiamızı ispatlamamızı bekliyor.

İslam, bizden Allah(cc)unun verdiği her şeyi olduğu gibi kabullenmemizi, sahip çıkmamızı ve saygı duymamızı bekliyor. Bunlar arasında, soyumuz, dilimiz, coğrafyamız, akrabalarımız ve ailemiz de var. Bizimkilere olduğu kadar, başkalarının da bu değerlerinin saygıyı hak ettiğini unutmamamız gerekiyor.

Adem(a)’in çocuklarının kardeş olduğunu unutmamamız gerekiyor.