Bâtınîlerin ürettikleri şiddetin, siyasette olduğu gibi ilmî yönden de karşıtlık esasına oturtulması Selçuklu uleması için kaçınılmaz olmuştur.
Zira Gazzâlî’nin de dahil olduğu Selçuklu ulemasının ümmetin/devletin bekasına mahsus kaygıları çokça öne çıkmış, bu sebeple Bâtınîlerin sapkınlık ve aşırılık üzerine kurulu düşünceleri Müslümanların bir iç meselesi olarak görülemediği için, siyasi rekabetin de şiddetiyle dinin dışına itilmiş, böylece en azından tahammül müessesini işletme imkanı daha baştan tüketilmiştir.
Bu vesileyle Henry Laoust adlı bir Oryantalistin “Gazzâlî, hasım ideolojiler karşısında, meşruluğu ve geleneksel zâhirîliği sembolizm ve İsmailîye Bâtınîliğinin içe dönüklüğüyle uzlaştırma amacıyla Sünnî bir Bâtınîlik diyebileceğimiz şeyi kurmaya çalıştı.” şeklindeki sakat yaklaşımını, onun kendi tespitiyle düzeltelim: “Gazzâlî’nin başvurduğu tasavvuf, şer’î hükümleri reddeden ‘aşırı uçların’ (gulat) ve sapkınların (ibahiye) mistik sufizmi değil, el-Muhâsibî, el-Cüneyd, Sehl et-Tusterî veya Ebûtalip el-Mekkî gibi kişilerin dengeli tasavvufudur.” (Gazzâlî’nin Siyaset Anlayışı, trc.: Rıza Katı, Pınar)
Batınîliği karşıtlık esasında kelam ve mantık üzerinden dışa itme çabası, Selçuklu çağının en geçerli yöntemi olmakla beraber, Sünnilikte, mevcut gücü ve yaygın etkisi nedeniyle oluşan bir küçümsemeyle de ilgilidir.
Zikrettiğimiz Oryantalist yaklaşımın gerçekleşmesi ise, geleceğin yeni Türkiye’sinde Haçlıların baskısıyla din ve devlet ilişkilerinin dinsizlik esasında yapılandırılması sırasında örgütlenecek olan Kemalizm tarikatıyla mümkün olacaktır ki, bunu ayrıca ele alacağız.
Belirttiğimiz sebep ve hususlardan baktığımızda Bâtınîlikle mücadelede Selçuklu ulemasının belli zorunluluklarla izlediği karşıtlık siyasetinin değişmesi için İslamî zihniyetin kendisinde değil, bir dünya meselesi olması itibariyle vurguladığımız konuda bir değişikliğin gerektiği açıktır ve nitekim bu değişiklik Osmanlı’nın kuruluş yıllarıyla eş-zamanlı olarak gelişen Vahdet-i Vücûd nazariyesiyle mümkün olacaktır.
Vahdet-i Vücûd nazariyesi İbnü’l-Arabî’nin görüşlerinden mülhemdir. Diğer bir söyleyişle o, İbnü’l-Arabî’nin ilgili görüşlerinin müntesiplerince yorumlanmasından elde edilmiştir.
Bu nazariyenin tasavvuf ve kelam yönünden derinliğini bilen okurlarımız bizim bir köşe yazısında onun mana ve uygulamasını ihata edemeyeceğimizi takdir edeceklerdir. Bu sebeple söz konusu bağlamda İbnü’l-Arabî’nin Fusûs’unda nakşettiği “Kader, eşyanın ‘ayn’ında ve kendiliğinde sâbit olduğu hal üzerine hükmün zamanının tespit edilmesidir. İlâhi kaza, eşya üzerine eşyanın kendisiyle hükmetmiştir. Bu, kader sırrının kendisidir. Buna muttali olmak, müşahede sahibi olduğu halde ‘kulak veren’ kimseye mahsustur. Böylelikle, hüccet-i bâliğa Allah için sâbit olmuştur.” şeklindeki paragrafla ilgili olarak Ebu’l Alâ Afîfî’nin yaptığı yorumu nakletmekle yetineceğiz:
“Yani, kullarına karşı kesin delil Allah’a aittir, çünkü onlar, kendilikleriyle sevap veya cezayı hak etmişlerdir. Binâenaleyh, fiiller ezelde hakikatlerine yerleşmiş ve kendilerinden sadır olmaktadır. Allah’ın kazası, eşya hakkında kendileriyle, yani tabiâtlarının iktizasına göre hüküm verir. Şu halde eşya, a’yân-i sâbitelerine yerleşmiş olan şeylerle kendileri hakkında hüküm vermektedirler. Allah, sadece inâyetiyle bu ‘a’yân’da bulunan şeylerin orada bulunduğu şekliyle gerçekleşmesini iktiza eder. Bu durumda insan hayır işlerse, bu onun hayır işlemeye dair ezeli istidâdındandır; eğer kötülük yaparsa, bu da onun kötülük yapmaya dair ezeli istidâdındandır. Her iki halde de insan, ektiğini biçmektedir, başka bir ifâdeyle yaratılışında ekilmiş olan şeyi devşirmektedir.
Böyle bir cebrî sistemde, 'o halde, cezanın anlamı nedir; mükafat ve azabın anlamı nedir?' diye iddia edilebilir. İbnü’l Arabi, buna şöyle cevap verir: Mükafat ve azap, kulların içinde bulunduğu itaat ve günah halleri ve dünya hayatında bunların ardından gelen lezzet ve elemin ismidirler; bu lezzet ve elem ise, kulların itaat ve günah davranışlarının neticesidir. Üstelik bizzat bu hal bile, kulların hakikatlerinin ilk yaratılış hallerinde iktiza ettiği şeylerden birisidir. Buna göre kulun, hayır veya şer fiiller işlemesi, itaat ve günah amellerde bulunması fıtri olduğu gibi, aynı şekilde, fiilleriyle şaki ve sait olması da fıtrîdir. Bunun anlamı, ceza ve mükafatın Allah’ın ahirette uygulayacağı bir ceza olmadığı, aksine, bunların daha çok fiilin sahibine celp ettiği tabii cezaya benzedikleri demektir.” (Fusûsu’l Hikem Okumaları İçin Anahtar, trc.: Ekrem Demirli, İz, İstanbul 2006)
Sünnî anlayışa tabi bu görüşün, kurulmasına ramak kalmış Osmanlı’nın sadece Sünnî ve heretik unsurlarıyla İslam ümmetini değil, kitap ehli olan ve olmayan unsurları da yöneteceğine dair mümince bir ferasetten kaynaklandığına ve onun hitabının o zamanki devlet ehlince de doğru anlaşıldığına dair bir tereddüdümüz yoktur.