İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, son söyleşisinde, vicdan sahiplerine “nihayet bu da oldu” dedirtecek olan şu cümleyi kurdu:

“Gazze’deki savaş sadece İsrail ile HAMAS arasında değil, Batı medeniyetini kurtarmaya mahsus bir savaştır.”

Herzog’un bu iddiası gülünçlüğü de aşıp doğrudan aptalca ya da akıl sahiplerini aptal yerine koyan bir iddia olmaktan öte bir değer taşımıyor ama Batı’nın İsrail politikasına dair şu önemli gerçeğin altını yeniden çiziyor:

ABD’nin vekil terör devleti olarak İsrail, özellikle 1948’den beri Batı’nın şartsız ve sınırsız desteğini arkasına alarak onun namına bir üs olma konumunu sürdürüyor.

Bu politikanın temel dinamikleriyle ilgili olarak bugün Fazlur Rahman’ın (ö. 1988) hermeneutikten sosyolojiye uzanan bir değerlendirmesinden kısa bir bölümü paylaşmak istiyorum.

Onun “İslamî Yenilenme – Makaleler II” (Trc.: Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yayınları, 2018) adlı kitabından nakledeceğim bu kısacık bölüm, kitabın Türkçe’deki ilk yayım yılı olan 1999’u esas aldığımızda bile güncelliğini tüm sıcaklığıyla bugün de koruyor.

“İslam ve Yahudiler” başlığı altında konuyu Kur’an merkezli olarak detaylı bir şekilde ele alan Fazlurrahman, İsrail’i doğuran sosyo-politik şartlardan söz ettikten sonra, şunları söylüyor:

“Bununla bitmedi; çok sayıda Hıristiyan, Yahudilere yönelik, ızdırap veren bir suçluluk duygusu geliştirip, bunun hafifletilmesi de birincil dereceden önemli hale geldi. Onlar nazarında ırken aşağı, dinsel olarak ‘heretik’ ve tamamen gayri medeni ve barbar olan Arapların haklarının ihlali ikincil kaygı durumuna geldi.

Normatif (sahih) Hıristiyanlıkta değilse de tarihi Hıristiyanlıkta göze çarpan ilginç bir gerçek şudur: O, sevgiden bahsetse de bu sevgiyi büyütecek bir düşman yaratmak zorundadır. O, asırlarca Yahudiler ve elbette Müslümanlar ile beslendi, fakat şimdi onun yeni-keşif Yahudi sevgisi Arap düşmanlığıyla beslenmelidir. O, başkaları için bir kurbandan bahsederken, bizzat kendisine kurban edeceği bir ‘öteki’yi bulmak zorundadır. Sanki, psikolojik bir ‘telafi kanunu’ yürürlüktedir.

Fakat, Hıristiyanlığa ait ‘bin yıllık barış ve selamet devresi inancı’ (millenarianism) hepsinin ötesinde önemli bir rol oynamış ve Hıristiyanları, eğer Yahudilerin Filistin’e döneceği kehaneti doğal akışında gerçekleşmezse, kendilerinin müdahalesiyle gerçekleştirilmesi gerektiği inancıyla, tarihe bizzat müdahaleye sevk etmiştir. (…) İsrail’in kurulması oyununda Hıristiyan binyılcılığının etkisi layıkıyla fark edilmemiştir. 

Politik alanda ise, ayrı ama tamamen ilişkisiz olmayan faktörler, ihtiyaçlar ve gayretler rol oynamıştır. I. Dünya Savaşı esnasında İngilizler, Almanlara karşı savaşı sürdürebilmek için acilen gelire ihtiyaç duyuyorlardı. Siyonist Yahudiler, parasal katkıları karşılığında Filistin’in kendilerine satılmasını istiyorlardı. O zamanların en büyük emperyalist gücü olan Britanya -Lord Balfour, Siyonist Yahudilere, Filistin’de bir ‘vatan’ taahhüt ettiği için kendi hakkının bulunmadığı bir toprağı verme şansı yakaladı.

Bundan dolayı İsrail, daha doğuşunda, kelimenin tam anlamıyla bir sömürge fenomeniydi. (…) İsrail ve dostları bunun göz ardı edilmesine çabalamaktadırlar. Sık sık duyulan ‘İsrail tehlikede’ çanları ve ‘var olma hakkı Filistinli teröristler tarafından tehlikeye düşürülüyor’ çığlıkları, İsrail›in doğuşunun sömürgesel niteliğini gizlemek için icat edilen bir duman tabakasıdır. Burada önemli sorun şudur: Bile bile oluşturulmuş olan böyle bir miyopluk acaba bir başarı şansına sahip midir? ‘İnsan herkesi, her zaman aptal yerine koyamaz’ deyişi doğru ve anlamlıdır. 

ABD ve Orta Doğu politikasına dönecek olursak; söylenebilecek ilk şey, ‘dış’ siyasetin bu bağlamda açık bir yanlış adlandırma olduğudur. Amerika’nın Orta Doğu politikası bir ‘dış’ politika değil, ‘iç politika’nın veya ‘iç durumun’ miyopik tarzda yansımasıdır.

ABD’deki Yahudilerin ekonomik ve siyasal etkileri, Hıristiyanların suçluluk duyguları ve binyılcılığı bu iç-durumu ‘dış politika’ olarak yansıtmak için güçlü ve direnilemez bir kuvvet halinde birleştirilmiştir.

Bu durumun şu ana kadar devam ettirilmesinin en büyük sorumluluğu, belki de ABD medyasına aittir. Her halükârda, ABD’nin Orta Doğu’da yapmış olduğu şeyler, İsrail fenomeninin emperyalist niteliğini zayıflatmak yerine, daha da kuvvetlendirmiştir; şu ana kadar İsrail’in oluşturma başarısı gösterdiği başka bir imaj yoktur, zaten başka bir imaj da oluşturamaz.” 

Dolayısıyla Herzog, HAMAS’LA 7 Ekim’den beri devam eden savaşı Batı’yı korumaya hasrederken, sadece bugün gerçeklerini değil, tarihi gerçeklerin de tamamını inkar etmektedir.