Ülkece en çok ne konuşuyoruz? 

Evlilik, aşk konuşuyoruz… 

Erkek ve kadın arasındaki o tuhaf ve kaçınılmaz ilişkiyi konuşuyoruz. 

Diziler de, kitaplar da, dergiler de, şarkılar da başka şeylerin etrafında dönmüyor aslında . 

Ne konuşuyorsak altında, üstünde, arkasında muhakkak bu var.  

Beş çaylarında, altın günlerinde, kahvehanelerde, dost sohbetlerinde, sokaklarda, tavla masasında, okul sıralarında gündem bu. 

Neden başka ülkelerin yaptıkları dizilerde; siyaset, bilim, felsefe, tarih özne olarak var olabiliyor ama bizim yaptıklarımız siyaset, bilim, din, tarih ile ilgili görünüyor olsa da alttan alta hep aşk ve evlilik ile ilgili oluyor… 

Neden anneler kız ya da erkek çocuklarının kendileri için en verimli, en üretken olabilecek zamanlarını,evlilikle ilgili baskı yaparak zehir etmeyi bir görev ediniyorlar? 

Neden hayatının kalitesini artırmaya çalışan, hayallerinin peşinden koşan gençlere toplum öcü gözüyle bakarak, onları illa evlilik yükümlülüğünün altına sokmaya çalışıyor?    

Yirmili yaşlarda bir genç kız ya da delikanlı -bir sağlık sorunları yoksa- evlilikle iligili yoğun bir aile baskısı altındadırlar muhtemelen. 

“Senin kız hala evlenmedi mi?” sorusuyla tanınan elalem çetesi, gördükleri her yerde annenin başının etini yedikleri için, anne de kızına dünyayı dar eder. Erkek için durum pek farklı değildir. Anneler, ablalar her daim, savaşta ya da barışta, markette veya pazarda kız arar dururlar. Erkeğin baba evinde fazlaca kalışı, uzatılmış ve bitmesi beklenen bir misafirlik gibi algılanır. 

Evli olanlar çok huzurlu da, bekarlar da aynı huzurdan tatsın mı istenir acaba?  

Evliliğin, “aşk”ın bunca önemsenmesinin, herkeslere ısrarla tavsiye edilmesinin; her dizide başrol, her şarkıda nakarat olmasının belirgin bir nedeni var bence. 

O da, şu galiba… 

Evlilik ya da aşk, ataletten canı sıkılan insanlar için bireysel sorunlarından bir kaçış yolu olarak görülüyor. Veya kendini geliştirmeye kapalı bizimkisi gibi bir toplum için tek eğlence biçimi olarak…  Ama evlilik meselesinde tek belirleyici çevre baskısı değil. 

****

Genel olarak Türk gencinin hobileri yoktur. 

O, boş zamanının büyük kısmını sosyal medyada, televizyon başında, müzik dinleyerek, oyun oynayarak, alış veriş yaparak veya arkadaşlarıyla kafelerde boş muhabbetler çevirerek geçirir. Okumak, düşünmek, kendini geliştirmek, kafasını ve ruhunu zenginleştirmek gibi eğilimleri çok sınırlı olduğu için de, hep bir ruhsal boşluk/açlık içindedir. O boşluğu popüler kültür ürünleri ile doldurmaya çalışsa da olmaz. 

Bu ergence boşluğun diğer adı: Anlamsızlıktır… 

Anlamsızlık sarmalında kıvranan kız ya da erkek de aile ve çevre baskısı olmadan bir ilişki ihtiyacı içine girebilir, evlenmek isteyebilir. Hatta istekten öte buna muhtaç olduğunu düşünebilir. Çünkü genç, kendi başına mutsuzdur. Çünkü ne sosyal medyada öldürülen, ne de televizyon başında geçirilen yahut arkadaşlarla tüketilen zaman, kişisel anlam ihtiyacını karşılayabilecek doyuruculuktadır. Dolayısıyla genç içinde bulunduğu mutsuzluktan ancak bir başka mutsuzla hayatını birleştirerek kaçabileceğini düşünür.   

Bu yüzden kişiler anlamsızlık ihtiyacından kurtulmak için de evliliğe yahut bir ilişkiye sarılırlar.  

Tıpkı uçurumdan düşen bir insanın bulduğu ilk dala tutunması gibi… 

****

Evlilik kararı alındığında aileler mutlu olurlar. Nihayet o kutsal “evlilik” hedefine onların evlatları da erişecektir. Artık kutlu bir sorumluluk yüklenileceği için de bekarlığın somurtkan zamanları geride kalacaktır. Genç çift kaçınılmaz olarak mutlu olacaktır. Çevre, evlilikte keramet olduğuna inandığı için, müstakbel karı-koca da her şeyin harika gelişeceğinden, evlilik sihirli değneğinin onların saçma hayatlarını anlamlandıracağından kuşku duymazlar. Böylece kendilerini bekleyen acı sona doğru, konvoy halinde, davul zurna eşliğinde, halaylar çekerek, yılan dansları yaparak ilerlerler…

Fakat filmin sonu umdukları gibi gelişmez. 

Cicim ayları geçip, sohbetler azalıp, diziler sıkıcı hale gelip, sinemada eğlenceli film kalmadığında… Sadece vakit öldürmek için yapılan şeyler de tat vermez olunca veya sosyal medyada yaprak kımıldamağında sisler dağılır ve ufukta mutsuzluk adasının silüeti görülmeye başlanır. Taraflar tuhaf bir yanlışın içinde olduklarını hisseder ama ne olduğunu tam olarak dile dökemezler. 

Her şey nedense bir anda sıkıcılaşmaya başlamıştır! 

Mutsuzluktan kaçabilmek için birlikte gerçekleştirilen planlar da bir süre sonra yararsızlaşır. Bu sefer herkes kendi odasında, kendi telefonu veya kendi televizyonuyla bir başına mücadele etmek durumunda kalacaktır mutsuzlukla. Bu işleri daha da kötü hale getirecek ve çiftin arasına duvarlar örecektir. 

Eğer talih yaver gitmez ve bir bebek kopacak kıyameti sadece kısa bir süreliğine ertelemezse, mutsuzluk aileyi esir alacaktır.     

Herkes mutsuzluğa başka bir bahane üretecektir. O tatile gidilmediği, o araba alınmadığı, o eve taşınılmadığı, o özel gün hatırlanmadığı, o iltifat edilmediği veya bitmeyen iletişim kazaları nedeniyle mutlu olunamamış olacaktır. 

****

O ilişki veya evlilik yürümemiştir, taraflar mutsuz olmuşlardır çünkü onlar zaten geçmişte de mutlu değillerdir. ilk yanlış, evlilik esnasında değil, o gençlerin eğitimlerinin ta en başında, aile ocağında, anne baba eliyle, kültürün telkiniyle yapılmıştır. O gençler maalesef, başkasına muhtaç ve bağımlı yetiştirilmişlerdir. Mutlu olmamış, edilmişlerdir. Hayatta haz namına ne varsa hepsi önlerine hazır gelmiştir. 

Onları mutlu etmenin başkalarının görevi olduğuna inanmışlardır. 

Bu yüzden eşlerinden de kendilerini mutlu etmeyi bekleyerek geçer hayatları. Onlar eşlerinden, eşleri onlardan… 

Bu kişiler kendi kendilerine ürettikleri, onlara coşku veren bir uğraşa, anlama sahip değillerdir. 

Daha doğrusu böyle bir anlamı nasıl meydana getirecekleri konusunda en küçük bir fikirleri dahi yoktur. 

Kafaları da ruhları da, bir futbol topunun içi kadar boştur. 

Fakat evlilik veya ilişki, kendisinde bir keramet olmadığını, onlara, hem de kafalarına vura vura anlatacaktır. Mutsuzluk uçurumundan düşmemek için birine tutunmanın yanlışlığını, o tutunmanın, tutunan kişiyi de aşağı çekeceğini gösterecektir onlara. Çünkü iki boş kafa ve hayatın yaptığı evlilikten mutluluk çıkması için, keramete değil mucizeye ihtiyaç olacaktır ve mucizeler de geçmişte kalmıştır. 

Kendi kendine mutlu olamayan, hayatının kendi başına bir kalitesi, zenginliği, doyuruculuğu olmayan bir kimsenin, mutlu olması ya da bir başkasını mutlu etmesi asla mümkün değildir. Mutlu olmak için başkasına ihtiyaç duyan, asla mutlu olamaz. Kimse kimseyi sonsuza dek mutlu edemez. Birey olmayı becerememiş insanların ailelerinden, toplum baskısından veya kendi yalnızlıklarından kaçmak için yuva kurmalarının sonu kaçınılmaz olarak hüsrandır. 

Bana göre bugün aile ile ilgili büyük krizin nedenlerinden biri bu mutsuz insan profilidir. 

Aileler mutsuz çocuklarına evlilik telkininde bulunurken bu olguyu dikkate almalı. 

Gençler de evliliği bir kaçış olarak görmekten uzak durmalı. Gençler kendi zihinsel, duygusal ve ekonomik bağımsızlıklarını kazanacak şekilde eğitilmeli ve ancak ondan sonra evliliğe adım atmalı. Çünkü sağlam bir aile için en az iki, sağlıklı, olgun, mantıklı ve kendi kendine yeten insana ihtiyaç var.