Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime…
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime!
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbâlime…
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime!

Sözleri Şair İhsan Raif Hanım'a, bestesi Kemani Serkis Efendi'ye ait bu nihavend makamı eser kuşatıverdi gecenin ortasını... Nikotin işgaline uğramış ciğerlerime akın etmekte olan serin lakin nemli İstanbul gecesinin esrarı, tarife imkân vermeyecek bir hüznü… Bir kuş misali gelip konduruverdi balkonun diğer ucuna… Hüzün demine eşlik eden ışıklarıyla içtima eden konutlar, gökyüzüyle irtibatımı kesmek ister gibi kaşlarını çatıyordu. Ve gece… Bütün maharetiyle bala tuz katıyordu.
Geceler tefekkür için yaratılmış olsa gerek… Sükûtun en katıksız halini ruhunuzda duyabileceğiniz anlar geceye emanet edilmiş… Seher telaşının usul adımlarla yaklaşmasıyla yırtılır mı acep bu kasvet peçesi? Alçak irtifa uydularından da tespit edilebiliyor mu hüzün? Gönül frekanslarını karıştırmaya da muktedir mi acaba dijital ifsad hanedanlığının kahpe şövalyeleri? Bir asırdan biraz fazla bir zaman önce kaleme alınıp bestelenmiş bir şarkının, ânı tehdit eden bir hücumun yıprattığı fikri zemine altlık ediyor olması ne kadar garip? Şu manzaraya bakıp da böylesi kederlenebilen hilafsız mustarip…  Kaç kişi? Ne vakit kırılır acep bu hipnotik dumanlı havanın kirişi? 

Artık… Adam gibi hüzünler de terk etti bizi… Kafamızı kurcalayan… Gönlümüzü bulandıran… Soru işaretleriyle çevrelenmiş bir hâl bahçesinin etrafında dolandıran hususlar da tuhaflaştı… İnsanların duymak yahut düşünmek istemediği hususlarda konuşmak ve düşünmek… En hafifinden dalga konusu olmaya kâfi! Acabaların peşi sıra yürüyüp gidiverseniz… İstihzalı bakışların mengenesinde kalıvermez misiniz? 

Bir şeyler oluyor… Adı konulmamış bir çevreleniş bizim ki… Zihin diye tarif ettiğimiz o uçsuz bucaksız yayla… Dikenli tellerle parsel parsel zapt-u rapta alınmış… Siyahları beyaz… Beyazları siyah… Gösteren bir prizma şu algı dedikleri… Fikrî renk körlüğünden, hissi sağırlığa… Oradan da reva görülmüş bir darlığa uzanan bir hikâye… Ne şan kaldı ne de nam… Ruhumuzun her milimetrekaresinde bir tutam gam… Gaye? Paye? Yaşasın sermaye!
Jules Verne tadında her şey… Kurgunun saltanatı yükseliyor. Her kurgu… Varlık iştiyakımızın köklerine doğru ilerleyen bir burgu! Kökten hallediverelim demişler de sanki kafayı yemişler! Yemiş dedim de… İncir mevsimi geldi aklıma… Yok yok… Buradan yürürse bu yazı ayakları incir! Hem taşlara takılmaz mı şu belli belirsiz şakırdayan “reel politik” adlı paslı zincir?

Şarkı bilmem kaçıncı tekrarını yapa dursun… Kanun ve udun iniltilerine kafiyeler inşa ediyor yürek… Küresel hokkabazlık kocaman bir fanus… Kodlana kodlana büyüyen bir ekoloji… Laf aramızda kodumu oturtan bir teknoloji… Hepimizin kod adı forsa… Elimizde ne idüğü belirsiz bir kürek… Çekiyoruz çarnaçar! 
Gece… Kısalmaya meylederken… Nazım Hikmet’in dizeleri düşüveriyor dilime:

Bakan Tekin: Necip Fazıl'ı anmak Kudüs'ü, Filistin'i hatırlamayı gerektirir Bakan Tekin: Necip Fazıl'ı anmak Kudüs'ü, Filistin'i hatırlamayı gerektirir

“Trummm… Trummm…
Makineleşmek istiyorum!”

Gülüyorum içimden bu alakasızlığa… Âh Nazım Hikmet âh! Kurban ol sen makineleşmeye…

Kolhozlaştırılmaya çalışılan bir dünya… Sıfır-Bir tabanlı… Küsuratları düzleyen bir hesaplaşmaya doğru inceden kayıyor. 

Ve sualler… Acı ki ne acı… 

Böğrüme bu kılıcı kim dayıyor?

Kan ter içinde seher vakti teşrif ediyor nihayet…

Şimdi sabâ makamı şifayı ayakta karşılamak ânı… Uykudan daha hayırlı olanla onarmak cânı…