Kırgız bölgesini işgal eden Avarlar esirlere korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Avarların yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esire yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esrin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Başlarmış derinin en kalın yeri olan boyun kısmını yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “Deri geçirme işkencesi” derlermiş.  Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir Mankurt-günümüzdeki anlamıyla Mankafa- yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece bir kaç gün bırakırlarmış. Avarların bir tutsağı Mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir Mankurt, onlar için eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş. Asya’nın kızgın güneşine Mankurt olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalıların saçları zaten fırça gibi sert olur. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Avarlar’ın işkencenin beşinci günü ’sağ kalan var mı?’ diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini.  Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yiyip içerek gücünü toplarmış. Ama o artık bir Mankurt imiş ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Avarlar’ın arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir Mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Bir Mankurt kim olduğunun, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş.  O dönem de köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama Mankurt, isyanı ve itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık. En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Asya’nın ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir Mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle ıssız yerlerde, bir Mankurt bir kaç kişiye bedelmiş. Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş… Günlerden bir gün Kırgızların Nayman kabilesinden Nayman Ana adlı bir kadının on dokuz yaşındaki yiğit oğlunu da kaçırmışlar bu Avarlar. Ana yüreği bu kaybolan evladını unutur mu hiç! Nayman Ana oğlunu yıllarca aramış fakat bir iz dahi bulamamış. Acısını yüreğine gömmüş, gözü yollarda kulağı habercilerde yıllar yılı beklemeye başlamış. Derken bir gün bir tüccar tesadüfen Nayman Ana’nın misafiri olmuş. Misafir yemiş içmiş, havadan sudan konuşulmuş. Derken develerden ve deve ticaretinden söz açılmış. Tüccar deve otlatan yiğit ve yakışıklı bir köleden söz açmaya başlamış ki, Nayman Ana hemen kulak kesilmiş ve sezdirmeden dinlemiş ve karar vermiş ki bu kendi oğlu. Nayman Ana, Ak Maya adlı devesini hazırlamış, yanına yiyecek içecek almış ve yine hiç kimseye sezdirmeden bozkırın yolunu tutmuş. Onlarca deve sürüsünü görmüş, çobanları uzaktan incelemiş ama oğluna bir türlü rastlayamamış. Tam umudunu kesmek üzereyken büyük bir deve sürüsüne rastlamış. Çobanı uzaktan uzun uzun gözlemiş ve anlamış ki bu çoban onun oğlu. Devesini sürüdeki develerin arasına bırakmış ve oğlunun yanına gitmiş. Oğlunun gözlerinin içi ifadesizmiş. Kafasında sıkı sıkıya duran o deve derisi ve çevreye ilgisiz bakışları hemen dikkat çekiyormuş. Oğluyla konuşmaya ve ona kim olduğunu anlatmaya çalışmış. Senin babanın adı: Dönenbay, unutma Dönenbay, diyormuş durmadan çocuğa. Ama oğlunun hiç aldırdığı yokmuş. Günlerce uğraşmış ve bir gün az daha yakalanacakken canını zor kurtarmış. Bakmış ki bu iş böyle olmayacak bu kez oğlunu kaçırmaya karar vermiş. Fırsatı bulunca tekrar oğlunun yanına gitmeye yeltenmiş. Ona uzaktan bağırmış. Gel demiş. Ama çocuk hiç aldırmamış. Çünkü sahipleri ona ok ve yay verip yanına gelen kadını vurmalarını istemişler. Çocukta öyle yapmış. Daha yanına yaklaşmadan yayı germiş ve kadını nişan almış. Nayman Ana sol böğründen yaman bir ok darbesi almış. Devesi Ak Maya’ya tutunmak istemiş ama başaramamış. Devenin üstünden yere düşmüş. Nayman ana ölürken bile göğsündeki kanı oğluna göstermemek bir eliyle göğsünü kapatıp, diğer eliyle de güç alarak yerden doğrulup yavaşça oğluna sarılarak ayağı kalkar ve oğlunun kulağına şu sözleri fısıldar: - Benim yiğit, pehlivan oğlum, yeter ki ölümüm senin elinde olsun, zarar yok, senin yaşadığını gördüm ya, artık gözüm açık gitmiyorum! Ama yine de son sana defa söylüyorum, sakın unutma senin baban Dönenbayyy….

Nayman Ana sözlerini, bitiremeden yere yığılır ve orada öylece kalır. Ne yazık ki, Mankurt oğlan annesinin ne dediğini anlamamıştır bile… Söylenenlere göre zavallı Nayman Ana‘nın ruhu bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. “Dönenbay,” “Dönenbay” diye Kırgız bozkırında yüzyıllardır ötmeye başlamıştır. Bir kuş olan Nayman Ana’nın havada dönerken bile Mankurt olan oğluna “Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay” diye seslenip durduğu yüzyıllardır dilden dile anlatılmıştır. Hatta bu olaydan dolayı o yöreden, o kuşun adına da “Dönenbay Kuşu“ demişlerdir. Nayman Ana’nın öldürüldüğü yer ise bugün hala var olan Ana Beyit mezarlığıdır.