Şehirden ve medeniyetten bahsedeceksek elbette ilk konumuzun insan olduğunu ve insanlar arası ilişkilerin, kayda değer bütün konuların temel çekirdeğini oluşturduğunu da hatırlamamız gerekiyor.

İnsan yetiştirilmeden, ne şehir kurulabiliyor ne de medeniyet.

İnsanlar arasındaki ilişkiler, temel sosyal yaşam kurallarına göre belirlenmeden ve uygulanmadan, herhangi bir medeniyetten bahsetmemiz mümkün olamıyor.

İnsan yetiştirme kısmının ayrı bir başlık olduğunu ve tabii ki ehli olan eğitimciler tarafından ele alınması gerektiğini not ederek; şehrimizin sahip olduğu insan nüfusunun ilişkilerini, asgari müşterekler üzerine bina etmemizin ve geliştirmemizin gerekliliği üzerinde düşünmemiz ve bu konuyu en azından bir rahatsızlık bağlamında konuşmamız gerekiyor.

Şehrin insan ilişkilerinin temeli kavram olarak aslında toplumla aynıdır. Şehir, toplumun nihai vücut bulmuş önemli ve büyük bir göstergesidir. Şehirlerin bir araya gelmesiyle devletlerin oluştuğu pratik gerçeğine bakarsak, şehir devlettir ve evet, bazı küçük şehir devletçikler bile mevcuttur.

Aileden başlayan ve aile içi ilişki ve düzenle ortaya konan temel insan davranışlarının topluma ve şehre yansıması, büyük oranda ahlaki değerler ve saygı temelli oluyor. Bizde “devlet baba” tamlamasının temelinde de aile kültürü yatıyor. Tabi modern zamanlarda geleneksel tavırların değil, üzerinde çok konuşulan yeni kuşakların kuralsız ve güya özgür yaklaşımları öne çıkıyor.

Şehir dediğimiz şey, birlikte yaşayan ailelerden ya da kaçınılmaz olarak bir aile içinde yetişmiş bireylerin tek başına yaşasa da doğal olarak, komşuluk ve benzeri münasebetler yoluyla, parçası olduğu topluma ve şehre katkı yapması ile oluşuyor.

Çadırlarda ya da köylerde, komşular arasında arazi sıkıntıları, hayvanların ürünleri yemesi gibi belli başlı konular öne çıkarken; günümüz devasa şehirlerinde artık, attığımız her adım, çıkarttığımız her ses, yediğimiz yemeğin kokusu, kavgamızın ve gürültümüzün verdiği rahatsızlık, arabamızı park ettiğimiz yer ve şekil, ortak kullanım alanlarına verdiğimiz her zarar, yere ya da havaya attığımız her çöp, bir başkasının hakkına, alanına ve özeline dokunabiliyor.

Mahalle bazlı büyük komşuluk ilişkilerinin hayatımızdan neredeyse çıktığı, bir sokak içinde yaşayanlardan gerçekten komşu gibi tanışan ve konuşanların azaldığı, apartmanların ve sitelerin komşuluk ilişkilerini, yeni kalıplar ve düzlemler üzerine çektiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu gerçeği göz ardı ederek nostaljik komşuluk edebiyatı yapmanın bir anlamı yok.

Bugünün şehirlerinde yaşayan hiç kimse, artık köyünde ya da merasında gibi yaşayamaz. Böyle bir ihtimal ortadan kalkmış bulunuyor.

Her bir fert; mahallesine, sokağına, sitesine ya da her nerede yaşıyorsa oraya uyum sağlamak ve komşularının hukukunu düşünerek hareket etmek zorundadır. Bu ortak alana giren her ferdin, burada yaşasın ya da yaşamasın, kimsenin hakkına girmeden, kimseye rahatsızlık vermeden ve kendisi de rahatsız olmadan hayatına devam etmenin yolunu bulmak gibi bir sorumluluğu vardır.

Elbette bütün bu ilişkilerle ilgili, hemen her toplumda olduğu gibi bizde de hukuki zeminlerde karşılığı olan ve yaptırımlarla da olsa düzeni sağlamaya yarayan bir yol bulunduğu malumdur. Ancak komşuların mahkemelerde ya da başka tatsız bir ortamda karşılaşmaları, birbirlerinin yüzüne bakmalarını zorlaştıran, araya olmaması gereken bir mesafe koyacak olan bir durumdur.

Bu yüzden, her şey yaptırım ya da cezalarla çözülmemeli, özellikle insani münasebetlerin, karşılıklı saygı ve birbirinin hukukuna riayet temeline oturması gerekmektedir.

Bu noktada her birimizin kendi kutsallarının devreye girmesi beklenir. Kişi, sahip olduğu dünya görüşü ne olursa olsun, diğer insanların haklarına saygı duymak, komşularına özen göstermek ve birlikte yaşamanın katlanılabilir bir zorunluluk değil, keyfi sürülecek bir yaşam tarzı olmasını sağlamak gibi bir noktaya nerden bakarsa baksın gelmeyi içine sindirmek istemelidir.

Hele bizim gibi çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, kul hakkı gibi, üzerinde çok büyük bir titizlikle durulması gereken anlayış varsa, aslında uzun sözlere gerek kalmamalıdır.

Valinin, belediye başkanının, muhtarın, site yönetiminin ya da her kimse en küçük kontrol mekanizmasının bile, bir şeyleri yasaklamasına, denetlemesine ve cezalandırmasına gerek duyulmadan, devreye kul hakkının girdiğini idrak edebilen bir Müslümanın, komşuları başta olmak üzere diğer insanların hukukuna uyması beklenir.

Kapınızın önüne koyduğunuz çöpün rahatsız ettiği komşuların üzerinizde hakları vardır.

Sokağa attığınız her bir çöp parçasının rahatsız ettiği insanların, onu temizlemek için çalışanların üzerinizde hakları vardır. Nasıl olsa işleri bu, diyemezsiniz.

Bağırdığınızda ya da kahkahalarla güldüğünüzde sesinizden rahatsız olan komşunun üzerinizde hakkı vardır. Gürültü yapmasını umursamadığınız çocuktan rahatsız olan komşuların üzerinizde hakları vardır.

Siz aracınızı düzgün park etmediğiniz için sıkıntı çeken her bir komşunun üzerinizde hakları vardır.

Açık bıraktığınız kapı, ışık, gereksiz yere tükettiğiniz tüm ortak giderler sebebiyle tüm komşularınızın üzerinizde hakları vardır. Şehrin ve ülkenin üzerinizde hakları vardır.

Bunlar ilk anda aklıma gelen örnekler olsa da; genel olarak bir başkasının hukukunu çiğnediğiniz her an, onun üzerinizde hakkı vardır ve hesabı olacaktır. Büyük ya da küçük her şey karşılığını bulacaktır.

Şöyle bir durup kendimize bakarsak, sonra komşularımıza tebessümle selam verip hayır dualarla devam edersek, hiç zorlanmadan; sokağımıza, mahallemize ve şehrimize iyilik etmiş, güzellik getirmiş ve berekete sebep olmuş oluruz.