Peki İsrail Gazze’de bir soykırım uygularken bunun sırası mı? Evet tam da sırası! Artık İran’ın Kudüs ve Mescidi Aksa davasını sömürmesine izin vermememiz gerekiyor.

Önce coğrafyamızın yakın tarihinde hızlı bir tur atalım:

Afganistan, İran devrimiyle aynı yıl (1979) Ruslar tarafından işgal edildiğinde kimse bir şey beklemiyordu onlardan ve bazı hayaller kurulsa da asla gerçekleşmedi. Zaman içinde Ruslar kovulduğunda ise ülkedeki fitne ateşine en çok odun atan ülke İran oldu. Garip bir şekilde ABD işgalinde İran etkisinde Şii gruplar direnmediler ve bir anda gözlerden kayboldular. El altından anlaştıkları işgalcilere hizmet vermeye devam ettiler.

“Büyük Şeytan ABD” işgal ederken “Küçük Şeytan İran” onunla anlaşarak ya zevkle seyretti ve olası imkânları bekledi ya da bizzat destekledi.

Sonra bir şekilde Irak’la savaştılar. Şaşırılacak bir yanı yoktu zira İran tarihi boyunca hep Müslüman ülkelerle savaşmıştı yine benzer bir durum vardı. Ancak başarısız olup çekilseler de emellerinden vazgeçmediler ve gün geldi ABD bir bahane ile ülkeyi işgal ettiğinde yine ellerini ovuşturarak seyrettiler. Irak işgal edilmişti ve hemen sınırındaki İran azılı düşmanı ABD’nin bu işgaline karşı direnmek ya da direnilmesini desteklemek bir yana Şii ulema eliyle yayınladığı fetvalarla Iraklılara direnmeyi değil teslim olmayı emretti. Tabi bu hizmetinin karşılığında da ABD yani Büyük Şeytan işgalindeki bir ülkeyi İran’la paylaşmaya başladı. Günün sonunda Irak büyük çoğunluğu batıda eğitilmiş gönüllü sömürge valileri eliyle yönetilirken fiilen İran işgalini girdi. ABD alacağını aldı ve çekildi. Ardında demografisi mezhep temelli bozulmuş, ekonomi ve siyasi güçleri İran’a teslim edilmiş bir ülke bıraktı.

Suriye’de işler sarpa sardığında yani Esed yönetimindeki Nusayri iktidarı yıkılmak üzereyken İran hemen iplerini elinde tuttuğu Hizbullah örgütünü rejime yardıma gönderdi. Ayrıca Irak’tan Afganistan’a kadar uzanan bir bölgeden toplanan paralı Şii milis güçlerinin oluşturduğu onlarca örgüt hızla Suriye’ye kaydırıldı. Zeynebiyyeleri korumak ve gerekirse bu uğurda çocuk ya da kadın gözetmeksizin Sünnileri katletmek gibi “kutsal bir cihat” göreviyle ülkeye giren militanlar, halka işkencelerle ölüm ya da sürgün dışında bir seçenek bırakmadılar.

İrancıların kandığı en büyük yalan ise halkın emperyalistler ve Siyonistler eliyle direniş hilalini kırmak için ayaklandığı idi. İran usta algı yöntemiyle adım adım işlediği halklara bunu kabul ettirmeyi başarmıştı. Öyle ki, ülkemizdeki İrancılar Suriyeli bebeklerin öldürülmesini normal karşılamaya başladılar. Bugün Gazzeli bebeklere gösterilen hassasiyet onlardan esirgendi. Oysa masumiyetleri ve uğradıkları zulüm tamamen aynı idi!

Hatta İrancılardaki tuhaf aşk öyle ileri gitti ki; Filistinli mültecilerin uzun yıllardır barındığı Yermuk mülteci kampı tıpkı Gazze gibi abluka ile ölüme ve sürgüne tabi tutulduğunda bile en ufak bir tepki göstermedikleri gibi, İranlarının dava ve yolundan asla şüphe etmediler. Yermuk sokaklarında yenecek kedi ve köpek kalmadığında ve çocuklar açlıktan ölmeye başladığında bile asla İran’a laf söyletmediler.

Suriye halkı ve onlara destek için özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden gelenler her şeye rağmen rejimi, Hizbullah’ı ve tüm Şii çeteleri mağlup etmeyi başardılar ve Şam kapılarına dayandılar. Durumun aleyhlerine dönmek üzere olduğunu gören İran, açık bir davetiye ile Suriye halkına karşı Rusya gibi bir başka emperyalist devleti davet etti. Rus ayısı girdiği her yerde yaptığı gibi ülkeyi ezdi, geçti.

Tam bu esnada ne idüğü hala tam olarak belirlenemeyen ama çoğunun özellikle tutuldukları hapishanelerden salınarak sahaya sürüldüğü bilinen IŞİD denen yapı ortaya çıkarıldı ve Suriye direnişi kelimenin tam anlamıyla ifsat edildi. Aynı zamanda ABD ve yandaşlarına da Suriye’ye müdahale yolu açılmıştı.

Günün sonunda ülke ABD ve Rusya arasında paylaşıldı. İran ve milisleri ise her iki ülkeye karşı da asla direnmediler ve bulundukları alanları anında onların istediği gibi PKK ve türevi yapılara teslim ettiler. Halen bu danışıklı döğüş denecek perde arkasında bizim net bilemediğimiz anlaşmalar yapıldığı her gelişmeden anlaşılan düzen devam ediyor.

Bütün bu süreçte İsrail canı istediğinde ve dostu İran ihtiyaç duyduğunda Suriye’deki milis merkezlerine hava saldırıları düzenledi. Ancak ne hikmetse ne İran ne Suriye rejimi asla İsrail’e cevap vermeye ya da karşı saldırıda bulunmaya cüret etmediler.

Bugün Gazze katliama ve yıkıma tabi tutulurken de bunlardan bir müdahale beklemenin ne kadar anlamsız olduğunu böylece biliyor olmalıydık.

Gerek Irak gerekse Suriye olaylarının kronolojik tarihi gerçeklerini artık bu sahalarda araştırma yapan herkes hemen her yerden ulaşabildiği için detaylandırmadım.

Özellikle Suriye sahasında bizzat bulunmamın yaşattığı tecrübe ile bazı şeylere şahit olduğum için duyum ve haberleri de onlar ışığında değerlendirme şansım oldu.

Bilin ve unutmayın:

Suriye’de insanlar “Beşşar Ekber” diye bağırmadıkları için katledildiler, işkencelerle canları alındı. Bu sırada Hizbullah başta olmak üzere İran’ın Şii milis güçleri “Allahu Ekber” diye bağırarak bu katliamlara katıldılar. Aradaki fark ve tezat onlar için asla sorun olmadı, zira yok edilen Sünni Müslümanlardı!

Suriye halkını ve direnişini, kimlerin nasıl yol aldığını, hangi ülkelerin kimlere ve nasıl destek verdiğini bugün herkes gayet net biliyor ve görüyor.

İran’ın Suriye’de nasıl bir ülke kurguladığını ve büyük oranda gerçekleştirdiğini gelecek günler daha da net bir şekilde ortaya koyacak. Soykırım ve sürgünlerle Sünni Müslümanların ülkeden uzaklaştırılması neticesinde yaşanan demografik değişimin ne kadar Irak’a benzediği sır değil.

İran’ın Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’ı da ekleyerek kurduğu Pers emperyal hayallerine ilave etmeye çalıştığı Yemen konusu bambaşka bir felakete yol açtı. Ancak burada yaşanan İran-Suud kavgasının aslında ne kadar kurgu olduğu da ortada.

İran, Şii nüfus olan coğrafyalarda onları kontrol altına alarak yönlendirirken, Şii nüfusun az olduğu yerlerde ise yoğun bir Şiileştirme faaliyeti yürütüyor. Afrika’nın derinlerine kadar uzanan bu yayılmacı harekatın önündeki en büyük engel ise tarihi bir miras olarak sırtında taşıdığı Osmanlı hatırasıyla Türkiye oluyor.

Her ne kadar laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olsa da Türkiye, kendi isteği dışında bile İran’la karşı karşıya gelmeye devam ediyor. Irak, Suriye, Lübnan, Libya ve neredeyse Afrika’daki tüm Müslüman coğrafyalarda bu çekişme yaşanıyor.

Bundan 500 yıl kadar önce iki ülke arasında sabitlenen sınırlar yerinde dursa da tarihi misyonunu kaybeden bir Türkiye’ye rağmen İran kendi perspektifi ile hem ülke içine hem de dışındaki etki alanlarına fitne sokmaya devam ediyor.

Tarihte hiç olmayan bir şeyi yani İran ile vahdeti sağlamaya yönelik çalışmalar bugüne kadar hep sonuçsuz kaldı ve nihayete kadar da öyle kalmaya devam edecektir. Zira İran işgalcilerin destekçisi, ortağı ve yoldaşı, bunu anlamadan kurtuluş yok bize.

Erbakan hocanın D8 projesinde yer alması İran’ı nasıl makbul ve masum bir ülke konumuna sokabilir ki? D8 listesinde adı vardı diye her türlü dini, siyasi ve ticari dalaverelerine ve soykırıma varan katliamlarına göz yummak nasıl mümkün olabilir ki?

Peki tam da İsrail Gazze’de bir soykırım uygularken bunun sırası mı?

Evet tam da sırası!

Artık İran’ın Kudüs ve Mescidi Aksa davasını sömürmesine izin vermememiz gerekiyor. Şii inancında Kudüs’ün herhangi bir değeri olmadığını ve Mescidi Aksa’nın onların inancına göre yeryüzünde olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bunun sonucu olarak gösterdikleri tüm hassasiyetlerin aslında takiye olduğunu anlamamız mümkün olacaktır.

Hamas’ın İran’la olan münasebetleri ya da yardım almış olması ve teşekkür etmeleri gibi argümanlar İran’ın zulmünü görmemize nasıl engel olabilir? Böylesine zalim ve kendi mezhep politikalarını Pers emperyal hayalleri ile kurgulayan bir devletin onlara yaptığı yardım veya desteğin hangi amaçla yapıldığını anlamak zor olmasa gerek.

Unutmamız gereken bir detay olarak; karşımızda takiyeyi yani gerçek inanç ve düşüncesini gizlemeyi dininin değişmez ve en önemli kuralı gören bir yapı var! Dedikleri ve yaptıklarına inanmamak, şüpheyle yaklaşmak ve tuzaklarına düşmemek için uyanık olmak zorundayız.

Devrimlerinin ilk yıllarında başlayan vahdet hayali sloganlardan öte gidemediği gibi, bugün de etkilerine aldıkları her yapıyı istedikleri gibi kullanıp uçlara savurabiliyorlar. Bunlarla yapılacak bir vahdet sadece hayalden ibarettir. Yazık olur hepimize ve vaktimize.