Müslümanlar, Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ın Medine’de kurduğu ‘’devlet’’ yönetim sistemini, dört halife dönemi ve sonrasında adım adım kurumsallaştırdılar. Fethedilen topraklarda kadim bir geçmişe sahip olan imparatorluklarla; din-kültür, siyaset ve sosyolojik zeminlerde etkileşimlere girdiler. Yer yer Roma, kimi zamanda Sasani ekolüyle Pers’ler, bu etkileşimde öne çıkan iki kadim medeniyeti temsil ediyordu.

Muaviye Bin Ebu Sufyan, Suriye valiliği süresince Roma devlet ekolünü yakından tanıyanlardandı. Sadece siyasetiyle değil; mimarisinden, sanata ve hatta edebiyatına kadar! Ama özellikle Roma bürokrasisini! Yüzyıllar süren bir imparatorluğun devlet yönetme sistemi çok önemliydi. Roma büyük bir coğrafyayı yönetiyordu! Peki ama nasıl? Ümeyye oğullarının uzun yıllardır içten içe büyüyen iktidar olma niyetlerini es geçmeden, soya çekim, siyaseten kendini kısa bir müddet sonra zaten ortaya çıkartıyor olacaktı. Her ne kadar Konstantin’le Hıristiyanlığa girselerde Pagan kültürünün etkisinden kurtulamayan Roma’nın, Doğu’nun Acem Oyunlarına karşı Bizans Entrikaları dillere destandı!

Zerdüştlerle, Paganlarla, Hıristiyanlarla, Yahudilerle zaten ticari bağları olan Müslümanlar devlet olma ve yönetme biçiminde de doğal olarak etkileşimler yaşadılar ve bu hayatın akışının tamda içinde olan bir vakıa olarak kaçınılmazdı.

Müslümanların Türklerle, Türklerin de Müslümanlarla olan kader ortaklığı başladığında Orta Asya steplerinden gelen Türklerin kendilerine özgü kadim devlet anlayışı ve teşkilatlanma biçimi vardı. ‘’Töre’’ kavramı yazılı bir hukuku belirtmesede ahlaki, sosyal ve siyasi bir çok kuralı kapsayan değerler manzumesiydi. Orhun Anıtları'na baktığınızda en çok zikredilen iki kavramın töre ve il olduğunu görürdünüz.

’üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş

burada il, ‘’devlet’’ anlamında, töre ise tabiî ki ‘’kanun’’ anlamında kullanılıyordu. Türk ve devleti; asla töresiz ve kanunsuz olamazdı.

4 halife dönemi, Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Fatımiler, Memlükler derken kader-i cilve Türk'ü, Abbasiler’den itibaren Son Peygamberin dini ve devleti ile tanıştırmıştı. Öyle ki töre ve il sahibi Türkler, İslam halifelerinin koruyucu kalkanı oluyordu. Ve kader, hem İslam’ın sancağını ve hemde devletini, vakti geldiğinde Türklere emanet ediyordu.

Selçuklu ve sonrasında Devlet-i Âli Osman’la vakit 1453’e geldiğinde Efendimizin müjdesi tecelli ediyor ve töre ve il sahibi Türkler, Acem, Rum, Keldani, Suryani, Yahudi, Ezidi her türlü etnik ve dini ekolleri tanıya tanıya, akıllıca analiz ederek çadır devletinden Doğu Roma’nın krallığına yürüyordu. Karatay'lar, Nizam'ul Mülkler, Molla Güraniler boş durmuyordu

Fatih, ‘’Kayser-i Rum, Sultanü'l-Berreyn ve Hakanü'l-Bahreyn’’ (İki karanın ve iki denizin Hükümdarı) oluyordu.

Hz. Osman’ın şehadetinden sonra başlayan devletteki kırılmalar, kurumların varlık amaçlarını unutarak ‘’ideolojik-mezhebi-siyasi-sufist’’ etkilerle, Hakk’a ve halka bağlılıktan uzaklaşarak klik, lobi ve mihrakların emri altına girmeleri ne kadar çok oluyorsa o devletlerin de ömürleri o kadar kısa oluyordu. Töre ve İl sahibi Fatih, Nebevi Devlet metodunu, insanlığın kadim tecrübeleriyle birleştiriyor ve tüzel kişiliği ve kurumsal yapısıyla bir devleti ikame ederken tüm insanlığın birikimini merkez alıyordu.

Öyle ki torun Süleyman dönemine gelindiğinde Muhteşem Süleyman Fransa kralı Fransuva’ya yazdığı mektupta: ‘’… sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır'ın ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım’’

diyerek ünvanlarını saya saya bitiremiyordu. Burada maksat İslam Hilafetinin gücüne atıf, küffara karşı izzet ve Kibriya ortaya koymak, Devlet-i Âli’nin nereden nereye geldiğini de tarihe bir not olarak düşmekten başka kuru bir gurur-riya taşımıyor olsa gerekti.

Efendimizin Medine’de sistemize edip kendi elleriyle kurduğu ‘’devlet’’ Fatih’le birlikte; kurumsallaşma, caydırıcı olma, etki alanı oluşturma, kısaca Rahmani bir hareket ne olma hesabındaysa o noktanın ‘’hatası ve sevabıyla’’ zirvesine taşınıyordu artık!

Bu noktaya kolay gelinmemişti.

Bedir’den, Hayber’den, Sıffın’den…

Malazgirt’ten, Hıttin’den, Ayn Calut’tan…

Kösedağ’dan, Mürted’den geçmiştik!

Ayasofya’da Fatih’in ezanları okutmasıyla birlikte o zirveden sonra başlayan kemalden zevale gidişte, Osmanlı’da tarih sahnesinden çekilmeye başlarken en kritik dönemlerde, kurduğu o sistemle ayakta kalmaya çalışıyordu.

4. Murat’ın Bağdat Fatihi olmasından sonra fütuhat dönemi artık neredeyse tamamen kapanırken, Osmanlı aslında kendi içine kapanıyordu. 20 yıldan fazla saltanat naibi unvanıyla devleti yöneten Kösem Sultan’mış gibi görünsede, sistemize edilen devlet yönetimi bu süreçte yükü omuzluyordu. Sarı Selim’lere, ‘’Deli’’ İbrahim’lere rağmen sistemi temsil eden Sokullu’lar, Köprülüler devreye giriyor ve varsa mevcut başarı da buradan geliyordu.

Rahmani hareketin karşısında her daim mevzi alarak fırsat kollayan şeytani akıl ise zamanla devletimizi devlet yapan sistemin kodlarını önce çözüyor, akabinde bu sisteme girerek, kurulmuş yapının içinde çoğalıyor ve vakti geldiğinde de son darbeyi vurarak Devlet-i Ali Muhammed’in sırtını yere getiriyordu.

Artık sistemimiz ele geçirilmişti. Ele geçirilenler tarafından klonlanmış, upgrade (güncelleme) edilmiş, sanayi devrimi ve teknolojik kazanımlarla güçlendirilerek öyle bir güce kavuşmuşlardı ki, o sistemin başına Bush gibi bir Moron’u dahi koyduğunuzda sistem tıkır tıkır işliyordu.

Devlet-i Âli, 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar başarıyla yürüttüğü bu sistemin (özgüven sarhoşluğuna düştüğünüden); deşifre edildiğinin, içine sızıldığının ve kontrol dışı unsurların elleriyle, karşı cenaha teslim edildiğinin farkına vardığında ise çok geç kalınmıştı.

Sistem, son darbeyi yemeden önce bugünler için vakti geldiğinde bünyeye enjekte edilmek üzere en kıymetli şeyi olan kök hücresini derin dondurucuya kaldırıverdi!

Kadim sistemimiz, aklı ve organlarıyla karşı cenahın eline çoktan geçmişti bile!

Peki büyük emeklerle ikame ettirilmiş sistemini ve bu sisteme bağlı neredeyse tüm enstrümanlarını kaybeden Rahmani Hareket yoluna nasıl devam edecekti? Tanzimatla başlayan süreçte, kurulan Cumhuriyet’le bugüne gelene kadar karanlık aklın karşısında nasıl bir yöntemle mücadele edecekti? Sistemini kaybetmiş, sistemi oluşturan mekanizmaları çökmüş bir hareket yoluna nasıl devam etmeliydi? Yaşanan büyük mağlubiyetlere rağmen bugüne kadar nasıl gelebildik? Son yüzyıl nasıl direndik? Bugün nasıl küllerimizden tekrar doğuyoruz? O kök hücre neydi?

...

…devam edecek

Bülent Deniz - Habervakti.com Genel Koord.

@bulentdenizim
www.bulentdeniz.com