Yeni Şafak gazetesinin iki gün önceki nüshasından okumuşsunuzdur: Fransız polisi, başörtülü iki kadından birinin başına yumruk atıyor, onu korumaya çalışan diğer kadını ise yere yatırarak etkisiz hale getirmeye çalışıyor.

Bu polis, hemen yanı başlarındaki araçtan inip iki kadına uyguladığı şiddeti, videoya kaydettiğini belirterek kendisini uyaran bir kadına da “Evet ona vurdum, buna yetkim var.” sözüyle ayrıca bir yetkililik baskısı uyguluyor.

Bu mesele ne insan hakları beyannamesi ne de Fransız hukuku içinden konuşulacak bir mesele değildir. Zira, şimdiye kadar sergilenen bu vb. olayların yegâne sebebi, başını ABD’nin çektiği İslam korkusu / İslamofobi’dir.

Diğer etkileri de bir yana, bunda asıl etkiyi son Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en yüksek oyu alan ikinci faşist adayın, seçildiği takdirde başörtüsünü yasaklama vaadini hırlayışına karşı, Batı’nın çok şirin demokrat medyasının tek kelimeyle olsun itiraz etmeyişini sağlayan kasıtlı sessizlik oluşturmaktadır. Buna göre o Fransız polisi, tabi olduğu zulüm sitemindeki İslam korkusunun ya da Müslüman düşmanlığının sıradan bir aracıdır.

Batıdaki Müslümanların maruz kaldıkları İslamofobik şiddet olayları esasında beni asıl tedirgin eden ne düşmanın varlığı ne de düşmanlığının aşikâr olması değildir. Çünkü Batı’nın Müslüman düşmanlığı Bizans’la başlayıp bugünlere gelmiştir ve farklı siyaset ve gerekçelerle kıyamete kadar da sürecektir. Zira, Batı aklı Rudyard Kipling-gillerin, “Doğu Doğu’dur, Batı da Batı’dır ve bu iki dünya asla uzlaşmayacaktır.” sözünün işgali altındadır. Bundan kurtulmayı talep eden kimse bugüne kadar çıkmamıştır. Çıkanlar ise zaten Müslüman olmuşlar ve çoktan düşman listesine eklenmişlerdir.

Beni asıl tedirgin eden, Batı’nın teknolojik gücünü, kültürel hegemonyasını abartan kimi Müslümanların, İslamofobik şiddet karşısında ricat diline sarılarak “İslam sevgi dindir” teranesine tutunup, Kelime-i Tevhid / Kelime-i şehâdet / İ‘lâ-yi kelimetullah / Fî-sebîlillâh; Cihad; Fetih; Da’vet… ve bu silsileden diğer terimlerin varlığı konusunda mütereddit davranmaları, hatta bu terimleri unutma ve unutturma eğilimi sergiliyor olmalarıdır.

Bunların sebepleri ise açık olarak bellidir. Kimi, Batılı eğitimden ve akademik dereceden yoksun kalmamak, kimi ticaretinde zarara uğramamak, kimi mevcut malını kaybetmemek, kimi rahatını ve huzurunu bozmamak… çabasındadır. Bunların kendilerini haklı çıkaracak örnekleri de mebzul miktarda vardır. En sıcak örneği ise Kabil havaalanında, canlarını feda etme pahasına ABD tahliye uçağının bir yerlerine tutunmaya çalışan Afgan Müslümanlarıdır.

Oysaki ne zikrettiğimiz sebepler ne de verdiğimiz örnek, Din bakımından yeni değildir. Diğer bir söyleyişle söz konusu sebeplere tutunmak insanın hakikatindendir ve özü asla değişmeyen, sadece zamana göre sebepleri ve uygulamaları (değişen değil) farklılaşan şeylerdir. Din, bu hakikati belirlemiş, her insan da fıtratına mahsus olan bu hakikatleri kendi ferdiyetinde farklı görünüm ve formlarıyla ifşa etmiştir.

Örneğin, Tevbe sûresinin 9/24. ayetine şu mealinden birlikte bakalım:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”

El-Vâhidî, Esbâb-ı Nüzûl’ünde, bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Kelbî’den naklen şöyle yazar:

“Rasûlullah (sav) Medine’ye hicret etmekle emrolununca herhangi bir kişi babasına, kardeşine ve karısına şöyle demeye başlamıştı: ‘Biz, şüphesiz hicret etmekle emrolunmuş bulunmaktayız.’ Dolayısıyla insanlardan bazısı bu hicret işine süratle koşmuş ve ondan hoşlanmış, bazısının da karısı, çoluk çocuğu eteğine yapışıp ‘Allah aşkına bizi, senin bizi zayi edip de bizim de zayi olacağımız hiçbir şeye terke etme.’ demeleri sebebiyle kalbi yumuşamış ve onlarla oturup kalkarak hicreti terk etmişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirerek bu kimseleri azarlamıştır.”

El-Vâhidî, ayetteki “ilâhu bi emrihî” lafzından “Mekke’nin fethi”nin kastedildiğini söyler ki bu, ondan önce İmam Mâtürîdî tarafından dile getirilmiştir. Ancak İmam Mâtürîdî, mezkûr ayeti tefsir ederken bu ibareyi son cümle olarak zikretmiş, ayetin emrini ise genelleştirerek yani tüm zamanlara yayarak iletmiştir.

İslamofobya konusuna izleyen yazımızda devam edelim inşallah.